Sabri Özpala = Bir İstanbul Efendisi

Sabri Özpala [1] bizim neslin abilerindendi. Tam bir “İstanbul Efendisi” idi. Nerede İslâmi bir hizmet varsa, orada Sabri Özpala vardı. Kendisini ön plana çıkarmaz, maddi-mânevi imkanları ile yapılması gerekeni yapardı. İslamî hizmet gayesiyle; bir Dernek, bir Vakıf, bir gazete kurulacaksa, mutlaka Sabri Özpala o girişimin içinde idi. Kapalıçarşı’da esnafla, MTTB’de gençlerle, Cemiyet ve Vakıflarda ilim adamları ile, tüccarlarla birlikte hep O’nu görürdük.

İslâmî hizmet için bir parti kurulmuşsa; Sabri Özpala, O’nun İstanbul teşkilatını kurar ama, İl Başkanlığına saygı duyduğu bir başkasının gelmesini sağlardı.  İslâmî hizmet için bir gazete kurulacaksa, O mutlaka Kurucuları arasında olur, faaliyete geçene kadar maddi, manevi ne gerekiyorsa yapardı.

Bu hizmetleri; şan-şeref için, para-mülk için, makam-mevki için yapmadı. Öyle olsa idi; bazıları gibi Milletvekilliği veya bir başka makam veya menfaat için gayret gösterdiğini görürdük.

Bu sebeple biz şahidiz ki, gayesi; Rıza-i Bari, menfaat-i millet, nizam-ı alemdi.

Mesela; Milli Nizam Partisi (MNP)’nin İstanbul İl teşkilatının kuruluşunda bütün gayretiyle çalıştı. İlk İl Başkanı olan Hasan Aksay’ın ve sonraki Başkan Abdullah Tomba’nın 2. Başkanıydı.

Milli Nizam Partisi (MNP)’nin 24.Ocak.1971 de yapılan 1. Büyük Kongresinde en çok çalışanlardan biri idi. Bu kongrede Milli Nizam Partisinin Mecliste bulunan üç milletvekilinden [2] biri olan Isparta Milletvekili Av. Hüsamettin Akmumcu’nun kongrede okuduğu “Milli Nizam Partisi Büyük Kongresinin Aziz Milletimize Beyannamesi ve Milli Nizam Ahdi” nin bir milyon adet basılması ve dağıtılması için Sabri Özpala önerge vermişti. Önerge ittifakla kabul edildi, fakat bir süre sonra Milli Nizam Partisi (MNP) kapatıldığı [3] için fiiliyata geçilemedi. Partinin bu Kongresinde “Hesap ve Bütçe Tetkik Komisyonu“nda görev aldı.

Milli Nizam Partisi (MNP) kapatıldıktan sonra kurulan Milli Selamet Partisi (MSP)‘nin kurucusu ve Genel İdare Kurulu üyesi idi. 1973 seçimlerinde MSP nin İstanbul listesinde 5. sırada yer aldı. Ancak 3 milletvekili seçildiği için Meclise giremedi.

Sabri Özpala;

1) 1961 yılında “İlim Yayma Cemiyeti“ne üye oldu.

2) 1968 de bu cemiyetin İdare Heyetinde görev aldı.

3) 1970 yılında “İslami İlimler Araştırma Vakfı”nın (İSAV) kurucusu oldu.

4) 1973 de İlim Yayma Vakfı kurucuları arasında idi.

5) Daima öğrencilere maddi-manevi yardımcı oldu.

Gazeteci Mehmet Cemal Çiftcigüzeli, Sabri Özpala’yı seneler önce şöyle anlatıyordu: “Müteşebbis, örnek hayırsever, güzel insan Sabri Özpala’yı Üniversite yıllarımın geçtiği İstanbul’da oturduğum Fatih/Sarıgüzel Mahallesinden, Çağaloğlunda MTTB’den, Fatih Matbaasından, Milli Nizam Partisinden hep tanırım.”

“Özellikle genç insanlara yatırım yaptı. Talebelerin yurt sırası gelmediği, bekar oldukları için kiralık ev bulamadıkları zaman diliminde Sabri Özpala’nın yardım eli hep üniversite öğrencilerinin üzerinde oldu. Aşırı mütevazılığı ve fedakârlığı yanında, çok mükrim bir insandı ayrıca..”

İslami İlimler Araştırma Vakfı”nın (İSAV) kurucusu Prof. Dr. Ali Özek, Sabri Özpala’yı şöyle anlatıyor: “Bu vakfın kuruluşunda maddi ihtiyaçları Sabri Özpala sağlamıştır. 1968 senesinde Laleli’de bir daire kiraladık, yerin kirasını ödüyordu. Sabri Özpala Ağabey gerçek anlamda ağabeylik yapmış ve bu vakfın bugünlere gelmesinde maddi-manevi her türlü desteği vermiş, vakfın tüm çalışmalarına fiilen katılmış bir vakıf ve gönül adamıdır.”

Vakıf kurma işini başlattığımız zaman birçok kişi karşı çıktı. Bunlardan biri de Prof. Dr. Osman Çataklı idi. Yüzüme karşı (Bu adamdan hayır gelmez, çünkü bu mürit değil) diyordu.”

Sabri Özpala Bey bazen bana; (Başlangıçtaki hedefe bir türlü gidemiyoruz) derdi. O doğrudur. Çünkü benim onlara anlattığım vakfın hedefi şuydu; (Bizim gayemiz inandığımız dinin ahkâm kısmını pratik hale getirmektir.) Dünyada İslâmi yönetimi uygulayan hiçbir ülke yok. Suudi Arabistan İslâm ülkesi ama, o da İslâm’da olmayan krallıkla yönetiliyor”  

Sabri Özpala sadece İslami İlimler Araştırma Vakfı (İSAV)’ın  değil,  kuruluşlarında bulunduğu bütün Vakıf ve Derneklerin de maddi manevi temel taşlarından biri olurdu.

Hangi birini sayalım…  MTTB’de, Milli Nizam Partisi (MNP)’nin kuruluşunda, Milli Gazetenin Kuruluşunda hep aynı idi.

*Mesela, Rahmetli Erbakan Hoca, bir gazete kurmak istemişti. Bunun için de “Yeni Neşriyat A.Ş” adıyla 17.8.1972 de bir şirket kurulmuştu. Şirketin Kurucuları; Hasan Aksay,  Sabri Özpala, Mehmet Satoğlu, Hikmet Kızıltepe ve Bahaddin Çarhoğlu idi. “Milli Gazete” adıyla çıkacak günlük gazetenin çıkış tarihi olarak da 13.Ocak.1973 ilan edilmişti. Ortaklardan sadece Hasan Aksay, Rahmetli Sabri Özpala ve Rahmetli Bahaeddin Çarhoğlu gazetenin kurulması için koşturdular. Hasan Aksay Milletvekili olduğu için Meclisteki görevi sebebiyle bütün çalışmalarda bulunamadı.

Gazete’nin kadrosunun kurulması ve yayınlanması için Rahmetli Erbakan Hoca beni görevlendirdi. İstanbul’a geldiğimde “gazetenin ismi” ve “boş bina”dan başka hiçbir şey yoktu. Gazetenin çıkış tarihine ise sadece 1,5 ay kalmıştı. Hasan Aksay, Sabri Özpala, Bahaddin Çarhoğlu ile Gazetecilikte hocamız olan Rahmetli Erdoğan Atak (ö. 19.12.2000) ve Gürbüz Azak abimiz ile Gazeteci arkadaşlarım Mehmet Cemal Çiftcigüzeli, Selahattin Sadıkoğlu’nun gayretleri ile Milli Gazete’nin 13.Ocak.1973 de ilk sayısı yayınlandı. Bunda maddi-manevi en büyük hisse yine Sabri Özpala ağabeyimizindi.

Son devrin değerli âlimlerinden Ahmed Davudoğlu,

Sabri Özpala, ilim adamlarına büyük hürmet gösterir, onlar için yapılacak her şeyi yapardı. Mesela, [4] Son devrin büyük alimlerinde İlahiyatcı Ahmet Davutoğlu (ö.7 Nisan 1983) dini bir meseleden dolayı tahkikâta uğradı ve hapsedilmek istendi. Sabri Özpala O’nu günlerce evinde sakladı.

Allah Rahmet Eylesin, mekanı Cennet Olsun…


 [1]  Sabri Özpala; 1935 yılında Bursa’da doğdu. Ailesi aynı sene İstanbul’a göç etti. İlk Okulu İstanbul’da bitirdi. Bir sene Nuruosmaniye Kur’an Kursu’nda okudu. Askerlik çağına kadar Kapalıçarşı’da kuyumcu çıraklığı yaptı. 1960 da kendi dükkanını açtı: “Uğurlu Kuyumcusu”. 05.09.2020 de vefat etti. 1960 da evlenen Sabri Özpala’nın 4 çocuğu ve 10 torunu bulunuyor.

[2]Müstakiller Hareketi’nde Konya’dan seçilen Prof. Dr. Necmettin Erbakan (ö. 27 Şubat 2011), Meclis açıldığında Adalet Partisinden (AP) istifa ederek katılan Isparta Milletvekili Av. Hüsamettin Akmumcu (ö. 15.04.2011)  ve Adalet Partisinden (AP) istifa ederek katılan Tokat Milletvekili Hüseyin Abbas (ö. 14.09.2013)

[3]  Milli Nizam Partisi (MNP), 20.Mayıs.1970 tarihinde Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır.

[4] AHMET DAVUTOĞLU: Son devrin değerli âlimlerinden Ahmed Davudoğlu, 1912 yılında Bulgarstan’ın  Deliorman bölgesindeki (Kalaycıköy) doğdu. 25 Temmuz 1936 tarihinde Şumen’deki Medresetü’n-Nüvvâb’ın yüksek kısmından mezun oldu. Aynı yıl Mısır’a gönderilen Davudoğlu, Câmiatü’l–Ezher Külliyyetü’ş-Şerîa’yı bitirerek 1942 yılında ülkesine döndü. Önce Medresetü’n-Nüvvâb’ın lise ve yüksek kısımlarına öğretim üyesi, iki yıl sonra da aynı okula müdür tayin edildi. Davutoğlu, o dönemde tehditler sonucu 31 Aralık 1949’da hanımı ve iki kızı ile Türkiyeye göç etti. Davutoğlu, Yedikule Küçükefendi Camii’nde imamlığa başladı. İstanbul’da; Fatih Kütüphanesi ve Süleymaniye Kütüphanesi memurluğunda bulundu (1956). İstanbul İmam Hatip Okulu ve İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde öğretim görevlisi ve Müdür olarak çalıştı. En önemli eserleri Kur-an’ı Kerim ve Sahih-i Müslim tercümeleri olan Davudoğlu, 7 Nisan 1983 tarihinde vefat etti ve Eyüp Kabristanı’na defnedildi.

Ayasofya olayı Dünya Basınında -3-

: Erdoğan, Ayasofya’nın kararıyla ilgili küresel eleştiriyi reddetti

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ikonik Ayasofya müzesini camiye dönüştürmek için harekete geçti.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ülkesinin “egemenlik haklarını” kullanma arzusunu söyleyerek, İstanbul’un dönüm noktası olan Ayasofya’nın müzeden camiye geçme kararı konusunda uluslararası kınamaları reddetti.

Erdoğan; “kendi ülkelerinde İslamofobiye karşı bir adım atmayanlar … Türkiye’nin egemenlik haklarını kullanma isteğine saldırıyorlar.” dedi

Ayasofya 1.500 yıl önce Ortodoks bir Hıristiyan katedrali olarak inşa edilmiş ve Osmanlılar 1453’te İstanbul’u fethettikten sonra camiye dönüştürülmüştü. Laik Türk hükümeti 1934’te müze yapma kararı vermişti.

Cuma günü Erdoğan binayı resmen bir camiye dönüştürdü ve yüksek mahkemenin müze haline getirme kararını iptal etmesinden saatler sonra Müslümanların ibadetine açık olduğunu ilan etti.

Erdoğan’ın milliyetçi müttefiki Devlet Bahçeli, Ayasofya’yı Müslümanların ibadetine yeniden açmanın kendi arzuları da olduğunu söyleyerek, kararı memnuniyetle karşıladı.

Cumartesi günü polis Ayasofya’nın etrafına bariyerler koymuştu. Polis engelleri kaldırmaya başladı.

İtalya’dan bir turist olan Renato Daleo, “İstanbul’a gelip Ayasofya müzesini ziyaret etmek istedik ama maalesef bugün kapalı olduğunu fark ettik.” dedi.

İstanbul’da yaşayan ve 16 aylık kızı ve kocasıyla Ayasofya’ya gelen Rus Ksennia Bessonova da ziyaret etmek istediklerini söyledi. “Bu bizim küçük hayalimizdi çünkü kızımız doğduğundan beri gelemedik ” dedi. Yetkililerin içeride hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini umduğunu söyledi. “Arkadaşlarımızın ve ailemizin bize söylediklerinden özel bir şey oldu ve aynı şeyi hissetmek istedik. Şu anda ne bekleyeceğimi bilmiyorum ama bir şekilde üzülüyorum.”

Cuma günü Erdoğan, Ayasofya’nın gayrimüslimler de dahil olmak üzere tüm ziyaretçilere açık olacağına dair güvence verdi.

Basın sözcüsü Fahrettin Altun Cumartesi günü yaptığı açıklamada, “Ayasofya’nın kapıları dünyanın her yerinden ziyaretçilere açık kalacak.”Bütün dinlerden insanlar, Sultanahmet Camii de dahil olmak üzere diğer camileri de ziyaret edebileceklerdir.”

Ayasofya olayı Dünya Basınında -2-

Fotoğraf JLImages, Alamy

Kristin Romey
10 Temmuz 2020

Dünyanın en ikonik anıtlarından Ayasofya’nın geleceği, Türkiye’nin üst idare mahkemesi tarafından müze statüsünü geçersiz kılma kararının ardından belirsizliğini koruyor.

Bugün ayakta duran Ayasofya, aslen altıncı yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti için bir katedral olarak inşa edilmiş ve 1453’te Osmanlı Konstantinopolis’in fethiyle bir cami haline getirilmişti. Türk hükümetinin Ayasofya’yı laikleştirip 1934’te bir müzeye dönüştürdüğü 20. yüzyılın başlarına kadar Müslüman bir ibadethane olarak kaldı.(*)

(*) 481 yıl Cami olarak, 86 yıl Müze olarak kullanıldı.(Yayıncının notu)

50 yıldan uzun bir süre sonra UNESCO, Ayasofya’yı İstanbul Dünya Mirası’nın Tarihi Alanları’nın bir parçası olarak sitesine dahil etti.

2005 yılında bir grup, ülkenin yüksek idare mahkemesi olan Türkiye Cumhuriyeti Danıştayına, 1453’te İstanbul’u fetheden Osmanlı Sultanı II. Mehmed tarafından kurulan bir vakfa ait olduğunu iddia ederek, Camiye çevrilmesi için dilekçe verdi.

Bugün, Danıştay’ın müze sıfatını iptal kararının ardından, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, binanın kullanımını Türkiye Kültür Bakanlığı’ndan alarak Diyanet İşleri Başkanlığına devretti.

Erdoğan’ın imzaladığı karar, “Ayasofya Camii’nin yönetimini Diyanet İşleri Başkanlığı’na devretmek ve ibadete açmak için verildi” dedi.

Photograph by Scott S. Warren, Nat Geo Image Collection

Ancak Erdoğan’ın kararı, Ayasofya’nın ziyaretçilere yasaklanacağı ve tam zamanlı bir ibadet yeri olacağı anlamına gelmiyor.

Erdoğan’ın sözcüsü, ziyaretçilerin ülkenin en popüler turistik cazibe merkezi olan Ayasofya’yı ziyaret etmeye devam edeceğini söyledi. Türk Haber Ajansı Anadolu’ya verdiği demeçte İbrahim Kalın, “Ayasofya’yı ibadete açmak, yerli ve yabancı turistlerin binayı ziyaret etmesini engellemeyecek.”

Ayasofya olayı Dünya Basınında -1-

BBC nin manşeti şöyle: Ayasofya: Türkiye ikonik İstanbul müzesini camiye dönüştürüyor

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, mahkemenin müze statüsünü iptal etmesinin ardından kararı açıkladı.

1.500 yıl önce Ortodoks bir Hıristiyan katedrali olarak inşa edilen Ayasofya, 1453’teki Osmanlı fethinden sonra camiye dönüştürüldü. 1934’te müze oldu ve şimdi Unesco Dünya Mirası listesinde.

Türkiye’deki İslamcılar uzun zamandır camiye dönüştürülmesini istedi ancak laik muhalefet üyeleri harekete karşı çıktılar. Öneri dünya çapında dini ve siyasi liderlerin eleştirilerine yol açtı.

Bu kararı savunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, ülkenin egemenlik hakkını bir camiye dönüştürmek için kullandığını vurguladı.

Basın toplantısında 24 Temmuz’da binanın ilk Müslüman dualarının yapılacağını söyledi.

“Tüm camilerimiz gibi Ayasofya’nın kapıları yerli ve yabancılara, Müslümanlara ve gayrimüslimlere geniş açılacak.”

6. yüzyıldan beri süren Ayasofya’ya Bizans imparatorluğu ve Osmanlı dönemini geride bırakan bir değişim geliyor. Şimdi bir kez daha cami olacak. Ancak Türk yetkililer, Meryem Ana’nın yükselen altın kubbesini süsleyen mozaikler de dahil olmak üzere Hıristiyan amblemlerinin kaldırılmayacağını söylüyor.

Ayasofya’da değişiklik yapmak son derece semboliktir. Modern Türkiye’nin kurucusu olan Kemal Atatürk, müze olması gerektiğine karar verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, artık Atatürk’ün laik mirasını parçalamak ve vizyonuna göre Türkiye’yi ortadan kaldırmak için bir adım daha atıyor. Kendisini modern bir fatih olarak sunan Türk lider, değişimden dolayı özür dilemiyor. Sevmeyen ve yurtdışında pek sevmeyen herkes Türkiye’nin egemenliğine saldırdığını söylüyor.

Ayasofya’yı geri almak, üssü – dini muhafazakarlar – ve Türk milliyetçileriyle iyi oynuyor. Eleştirmenler, sorunu Covid19 salgınının burada yaptığı ekonomik zarardan uzaklaştırmak için kullandığını söylüyor.

The Hagia Sophia in Istanbul

Ancak uluslararası toplumdaki birçoğu, anıtın Türkiye’ye değil insanlığa ait olduğunu ve değişmeden kalması gerektiğini savunuyor. Bunun iki inanç arasında bir köprü ve birlikte yaşamanın sembolü olduğunu söylüyorlar.

Duyurudan kısa bir süre sonra, ilk dua çağrısı Ayasofya’da okundu ve Türkiye’nin tüm ana haber kanallarında yayınlandı. Kültür sitesinin sosyal medya kanalları kaldırıldı.

Unesco, müzeyi camiye dönüştürme kararından “derin pişmanlık duyduğunu” söyledi ve Türk makamlarını “gecikmeden diyalog açma” çağrısında bulundu. Örgüt Türkiye’yi tartışmasız statüsünü değiştirmemeye çağırmıştı.

Doğu Ortodoks Kilisesi başkanı, milyonlarca Ortodoks takipçisine ev sahipliği yapan Yunanistan gibi hareketi kınadı. Kültür Bakanı Lina Mendoni, bunun “uygar dünyaya açık bir provokasyon” olduğunu söyledi.

“Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sergilediği milliyetçilik … ülkesini altı yüz yıl öncesine götürüyor.” Yetkili, mahkeme kararının Türkiye’de “kesinlikle bağımsız bir adalet olmadığını kesinlikle doğruladı” dedi.

Interior of the Hagia Sophia

Ancak Türkiye’nin üst idare mahkemesi olan Danıştay, Cuma günü aldığı kararda şunları söyledi: ” Tapuda cami olarak görülen ve bu karakterin dışında kullanılmasının yasal olarak mümkün olmadığı sonucuna varıldı.” “1934 yılında cami olarak kullanılmasına sona veren ve müzeye çeviren Bakanlar Kurulu kararı yasalara uymamaktadır” dedi.

Hareket, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muhafazakar dini destekçileri arasında popüler olmakla birlikte, Türkiye’nin en ünlü yazarı Orhan Pamuk, BBC ye şunları söyledi: “kararın bazı Türklerin laik bir Müslüman ulus olma konusundaki “gururunu” yokedeceğini, buna karşı benim gibi ağlayan milyonlarca laik Türk var ama, sesleri duyulmuyor.” dedi.

Bizans imparatoru Justinian’ın Haliç limanına bakan büyük kiliseyi inşa etmeye 537 yılında başladı. Büyük kubbesi ile dünyanın en büyük kilisesi ve binası olduğuna inanılıyordu.
Haçlıların şehre baskın düzenledikleri 1204’te kısa bir an dışında yüzyıllar boyunca Bizans’ın elinde kaldı.
1453 yılında, Bizanslılara yıkıcı bir darbe vuran Osmanlı Sultanı II. Mehmed İstanbul’u ele geçirdi. Osmanlılar kısa bir süre sonra binayı camiye dönüştürdü, dış cepheye dört minare eklediler ve süslü Hıristiyan simgeleri ve altın mozaikleri Arapça dini hat panelleriyle kapladılar

Muslim prayer outside the Hagia Sophia on 10 July 2020

Müslüman Osmanlı İmparatorluğu’nun kalbinde yüzyıllar geçtikten sonra, 1934’te Türkiye’yi daha laik hale getirmek için bir müzeye dönüştürüldü. (481 yıl sonra)
Bugün Ayasofya, Türkiye’nin 3,7 milyondan fazla ziyaretçi çeken Türkiye’nin en popüler turistik yeridir.


Cumhurbaşkanı’nın Tarihi Ayasofya Konuşması

10 Temmuz 2020

Aziz Milletim,

Sizleri en kalbi duygularımla, muhabbetle selamlıyorum.

Danıştay bugün, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesini sağlayan 1934 tarihli Bakanlar Kurulu düzenlemesini iptal etti.

Biz de buna dayanarak çıkardığımız bir Cumhurbaşkanlığı düzenlemesiyle, Ayasofya’nın yeniden Cami olarak hizmete açılmasını sağladık.

Böylece Ayasofya, 86 yıl sonra yeniden, Fatih Sultan Mehmet Han’ın vakfiyesinde belirttiği şekilde Cami olarak hizmet vermeye başlayabilecektir.

Bu kararın milletimize, ümmete ve tüm insanlığa hayırlı olmasını diliyorum.

Kültür ve Turizm Bakanlığımız, konunun idari ve teknik hazırlıklarıyla, Diyanet İşleri Başkanlığımız da dini yönüyle ilgili çalışmalara hemen başladı.

Müze statüsünden çıkmasıyla birlikte, Ayasofya Camiine ücretli giriş uygulamasını da kaldırıyoruz.

Tüm Camilerimiz gibi Ayasofya’nın kapıları da, yerli ve yabancı, müslim ve gayrımüslim herkese sonuna kadar açık olacaktır.

İnsanlığın ortak mirası olan Ayasofya, yeni statüsüyle herkesi kucaklamaya, çok daha samimi, çok daha özgün şekilde devam edecektir.

Hazırlıkları süratle tamamlayarak, 24 Temmuz 2020 (*) Cuma günü, Cuma namazı ile birlikte Ayasofya’yı ibadete açmayı planlıyoruz.

(*) Güzel bir tevafuk olarak Lozan Anlaşmasının yapıldığı 24.Temmuz.1923 gününe rastlamış oldu.

Bu kararın, içeride ve dışarıda çeşitli tartışmalara yol açması muhtemeldir.

Herkesi, ülkemizin yargı ve yürütme organları tarafından alınan Ayasofya kararına saygılı olmaya davet ediyorum.

Uluslararası alanda bu konuda ortaya konan her türlü görüşü elbette anlayışla karşılarız.

Ancak, Ayasofya’nın hangi amaçla kullanılacağı konusu, Türkiye’nin egemenlik haklarıyla ilgilidir.

Yeni bir düzenlemeyle Ayasofya’nın ibadete açılıyor olması, ülkemizin egemenlik hakkı kullanımından ibarettir.

Türkiye Cumhuriyetinin bayrağı neyse, başkenti neyse, ezanı neyse, dili neyse, sınırları neyse, 81 vilayeti neyse, Ayasofya’nın vakfiyesine uygun şekilde camiye dönüştürülmesi hakkı da odur

Bu konuda, görüş belirtmenin ötesindeki her türlü tavrı ve ifadeyi, bağımsızlığımızın ihlali olarak kabul ederiz.

Türkiye olarak, nasıl diğer ülkelerdeki ibadet mekanlarıyla ilgili tasarruflara karışmıyorsak, biz de tarihi ve hukuki haklarımıza sahip çıkma konusunda aynı anlayışı bekliyoruz.

Üstelik bu, öyle 50-100 yıllık değil, tam 567 yıllık bir haktır.

Şayet bugün inanç odaklı bir tartışma yapılacaksa, bunun konusu Ayasofya değil, dünyanın dört bir yanında her geçen gün tırmanan İslam düşmanlığı ve yabancı nefreti olmalıdır.

Türkiye’nin kararı, sadece kendi iç hukuku ve tarihi haklarıyla ilgilidir.

Bu kararın arkasında duran tüm siyasi partilere ve liderlerine, sivil toplum kuruluşlarına, milletimizin her bir ferdine şükranlarımı sunuyorum.

Aziz Milletim…

İstanbul’un fethi ve Ayasofya’nın Cami haline dönüştürülmesi hadisesi, Türk tarihinin en şanlı sayfaları arasında yer alır.

Uzun bir kuşatmanın ardından 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’u fethederek şehre giren Fatih Sultan Mehmet Han, doğrudan Ayasofya’ya yönelir.

Bizans halkı, korku ve merakla Ayasofya’da akıbetlerini beklemektedir.

Fatih, kendisini karşılayan halka, hayatları ve hürriyetleri konusunda teminat vererek, Ayasofya’ya girer.

İstanbul’un Fatihi, fetih sembolü olarak sancağını Ayasofya’nın ortasındaki mihrabın bulunduğu yere diker, kubbeye doğru bir ok fırlatır, ilk ezanı da kendisi okur.

Böylece, fethini tescillemiş olur.

Ardından, mabedin uygun bir köşesinde şükür secdesi yaparak, iki rekât namaz kılar.

Bu davranışıyla da Ayasofya’yı Camiye çevirdiğini gösterir.

Sultan Fatih, İstanbul’un incisi bu ulu mabedi zemininden çatısına kadar büyük bir titizlikle inceler.

Tarihçilerin yazdığına göre, Ayasofya’nın kubbesine çıkan Fatih Sultan Mehmet Han, yapının ve çevrenin harap görüntüsü karşısında, şu meşhur Farsça beyti söyler:

“PERDEDÂRİ MÎKONED BER KASR-İ KAYSER ANKEBUT

BÛM NOVBET MÎZENED DER TAREM-İ EFRÂSİYÂB”

Bugünün Türkçesiyle tekrarlayacak olursak;

“ÖRÜMCEK KAYSER’İN SARAYINDA PERDEKARLIK YAPIYOR

BAYKUŞ EFRASİYAB’IN BURCUNDA NÖBET TUTUYOR”

Evet… Fatih Sultan Mehmet Han, işte böylesine harap, bitap, perişan bir İstanbul ve Ayasofya devralmıştır.

Esasen, Fatih’in teslim aldığı Ayasofya, daha önce aynı yere yapılan ilk iki kilise kargaşa dönemlerinde yakılıp yıkıldığı için, üçüncü defa inşa edilmiş bir eserdir.

Fethin ardından üç günlük hummalı bir çalışmayla, ilk Cuma namazı için Ayasofya ibadete hazır hale getirilir.

Devlet erkânı ve askeriyle beraber camiye giren Fatih, burada kubbeleri çınlatan tekbirler ve salavatlarla karşılanır.

Ayasofya’daki ilk Cuma’nın hutbesini Fatih irad eder, namazı da hocası Akşemsettin Hazretleri kıldırır.

Fatih, diğer Hıristiyan mezhepleri tarafından dışlanan Ortodoks Kilisesini da himayesi altına alarak gelişmesini sağlar.

Bu ulu mabedin kubbeleri ve duvarları, o günden itibaren 481 yıl boyunca ezanlarla, salalarla, tekbirlerle, salavatlarla, hatmi şeriflerle, mevlid-i şeriflerle çınlamıştır.

Asırlarca yaşadığı depremlerden, yangınlardan, yağmalardan ve bakımsızlıktan dolayı harap vaziyette olan İstanbul, fetihle birlikte yeniden ayağa kaldırılmıştır.

Bu sürecin sembolü de Ayasofya’dır.

Fatih Sultan Mehmet Han’dan itibaren her padişah, İstanbul’u ve Ayasofya’yı daha da güzelleştirmenin gayreti içinde olmuştur.

Şehrin Ulu Camisi olarak belirlenen Ayasofya, zaman içinde etrafına ilave edilen yapılarıyla, tam tekmil bir külliye haline dönüştürülmüş ve asırlarca müminlere hizmet vermiştir.

Neredeyse takip eden her asırda büyük onarımlara tabi tutulan, eklemelerle daha da güzelleştirilen Ayasofya’ya, milletimiz hep gözbebeği gibi bakmıştır.

Öyle ki, “Tanrı’nın Hikmeti” anlamına gelen orijinal ismini değiştirmeye dahi teşebbüs etmemiştir.

Görüldüğü gibi, köhne bir devletin çöküntüsü altında yıkılmak üzere olan bu mabed, ecdadımız tarafından sadece Camiye dönüştürülmekle kalmamış, aynı zamanda ihya ve i’la edilmiştir.

İşte bunun için Ayasofya’nın her devirde bu milletin tüm fertlerinin gönlünde ayrı bir yeri olmuştur.

Bizim de gençlik yıllarımızdan beri kalbimizde bir Ayasofya sevgisi vardır.

Bu mabedi, kültür hazinesi kimliğine halel getirmeden, vakfiyesine uygun şekilde yeniden ibadete açarak, milletimize önemli bir hizmet verdiğimize inanıyoruz.

Aziz Milletim…

Milletimiz için fetih “Cihad-ı Asgar” hükmünde iken, asıl “Cihad-ı Ekber” imar, inşa ve hayrat faaliyetleriydi.

Doğu Roma döneminde Ayasofya inşa edilirken Mısır’dan İzmir’e, Suriye’den Balıkesir’e kadar imparatorluğun dört bir yanından malzeme taşınmıştı.

Fatih ve ardından gelen padişahlar, Anadolu’nun ve Rumeli’nin her yerinden zanaat erbabını İstanbul’a getirerek, hem Ayasofya’yı, hem şehri adeta yeni baştan imar ve inşa ettirdiler.

Bunu yaparken de, devraldıkları mirastan azami derecede faydalandılar.

Mesela Fatih, Ayasofya’nın içindeki sabit mozaikleri korumuş, sadece taşınır heykelleri yapıdan çıkarttırmıştır.

Asırlar boyunca yerinde kalan mozaikler, daha sonraki onarımlar sırasında peyderpey kapatılmış, böylece dış etkilere karşı korunması ve bugünlere gelmesi temin edilmiştir.

Esasen farklı inançların mensuplarına hoşgörüyle bakmak, dinimizin özünde varolan bir yaklaşımdır.

Peygamber Efendimiz, tebliğini sürdürürken, Müslümanlara saldırmayan ve bozgunculuk yapmayan diğer dinlerden topluluklara herhangi bir müdahalede bulunmamıştır.

Hazreti Ömer de Kudüs’ü aldığında, şehirdeki Hıristiyanları ve Musevileri, hakları ve ibadethaneleriyle koruması altına almıştır.

Ecdadın kurduğu tüm devletler gibi Osmanlı’nın yöneticileri de aynı yolu izlemiştir.

Fatih’in ve ardından gelenlerin İstanbul’da yaptıkları da, bu kadim geleneği takip etmekten ibarettir.

Medeniyet tarihimizin en önemli isimlerinden olan Mimar Sinan, Ayasofya’ya en çok katkı yapan kişilerin başında geliyor.

Ayasofya Camii, mihrabı, minberi, kürsüsü, minareleri, hünkâr mahfili, levhaları, nakışları, şamdanları, halıları, şadırvanı ve diğer tüm unsurlarıyla 481 yılda bu hale geldi.

Tarih boyunca hep İstanbul’un en kalabalık cemaatlerinin toplandığı Ayasofya, Teravih, Kadir Gecesi ve Bayram gibi müstesna günlerde gerçekten çok göz alıcı manzaraların yaşandığı bir yer olmuştur.

Dolayısıyla, Türk Milletinin Ayasofya üzerindeki hakkı, yaklaşık 1.500 yıl önce bu eseri ilk inşa edenlerden daha az değildir.

Tam tersine yaptığı katkılar ve güçlü sahiplenişi itibariyle milletimizin, bugün insanlık mirasının en önemli eserleri arasında gösterilen Ayasofya üzerindeki hakkı daha fazladır.

İstanbul, fetihle beraber Müslüman, Hristiyan ve Musevilerin barış ve huzur içinde, bir arada yaşadığı bir şehir haline gelmiştir.

Tarih, fethettiğimiz her yerde refahı, güveni, huzuru ve hoşgörüyü hâkim kılmak için verdiğimiz büyük mücadelelerin şahididir.

Bugün de ülkemizin her köşesindeki Camilerimiz yanında, her inanca ait binlerce tarihi mabed vardır.

Ayrıca, cemaati olan her yerde kiliseler ve havralar faaliyet göstermektedir.

Halen ülkemizde ibadete açık 435 kilise, sinagog ve havra bulunuyor.

Başka coğrafyalarda benzerine rastlayamayacağımız bu manzara bizim farklılıklarımızı zenginlik olarak gören anlayışımızın bir tezahürüdür.

Buna rağmen millet olarak, yakın tarihimizde dahi bunun tam tersi örneklerle karşılaşmaktan kurtulamadık.

Osmanlı’nın çekilmek zorunda kaldığı Doğu Avrupa ve Balkan coğrafyasında, ecdadın asırlar boyunca inşa ettiği eserlerden pek azı hala ayaktadır.

“SU-İ MİSAL EMSAL OLMAZ” sözünden hareketle, bu kötü örneklerin hiçbirini dikkate almıyor, kendi medeniyetimizin inşa ve ihya üzerine kurulu duruşunu kararlılıkla koruyoruz.

Aziz Milletim…

Bugün yeniden ibarete açılması kararı vesilesiyle bir kez daha dikkatlerin üzerinde toplandığı Ayasofya tartışmalarının yaklaşık bir asırlık geçmişi vardır.

Anadolu’nun ve İstanbul’un işgal yıllarında da Ayasofya’nın kiliseye çevrilmesi tartışmaları yaşanır.

Bu niyetin ilk adımı olarak, Ayasofya’nın kapısına tam teçhizatlı bir işgal birliği dayanır.

Birliğin başındaki Fransız komutan, Ayasofya’da görevli Osmanlı subayına, kendilerinin buraya yerleşeceklerini, bunun için Türk askerinin camiyi boşaltması gerektiğini bildirir. Askerleriyle birlikte Ayasofya’yı koruyan Binbaşı Tevfik Bey, onlara şu cevabı verir:

BURAYA GİREMEZSİNİZ VE GİREMEYECEKSİNİZ. ÇÜNKÜ BURASI BİZİM MABEDİMİZDİR. ŞAYET CEBREN GİRMEYE TEŞEBBÜS EDECEK OLURSANIZ, SİZE İLK CEVABI; ŞU AĞIR MAKİNALILAR, SONRA DA CAMİNİN DÖRT KÖŞESİNE YERLEŞTİRDİĞİMİZ TAHRİP KALIPLARI VERECEKTİR. AYASOFYA’NIN ÜZERİNİZE YIKILMASINI GÖZE ALABİLİYORSANIZ, BUYURUN GİRMEYİ DENEYİN”.

Böylece işgalcilerin Ayasofya’yı ele geçirme ümitlerini boşa çıkarır.

Ayasofya’ya yabancı ilgisi, daha sonraki yıllarda, mozaik tamiri gibi bahanelerle sürer.

Bu sırada tek parti dönemi hükümeti, çıkardığı bir kararnameyle, camilerin birbirine uzaklığının en az 500 metre olması gerektiği kuralını getirerek, Ayasofya’yı ibadete kapatır. Bir süre sonra da, 1 Şubat 1935 tarihinde, Ayasofya müze olarak ilan edilip ziyarete açılır.

İbadete kapalı bulunduğu yıllar boyunca ecdat yadigarı bu eser, büyük bir tarih kıyımına maruz kalır.

Caminin bitişiğindeki, İstanbul’daki ilk Osmanlı üniversitesi olan ve Fatih tarafından inşa ettirilen Ayasofya Medresesi, sebepsiz yere yıkılarak ortadan kaldırılır. Ayasofya’nın zemininde serili nadide halılar kesilerek sağa sola dağıtılır. Antika şamdanlar eritilmek üzere dökümhaneye götürülür. Halen yerinde duran şaheser levhalar ise çok büyük oldukları için kapıdan çıkarılamaz ve mecburen depoya kaldırılır.

Bu levhalar daha sonra Demokrat Parti devrinde tekrar yerlerine asıldı.

Ayasofya’nın uğradığı tahribat bunlarla sınırlı kalmaz.

Cami olduğu devirlerden hiçbir eser kalmasın isteyenler, az kalsın Ayasofya’nın minarelerini dahi yıktıracaklardı.

Nitekim, Sultan İkinci Bayezid döneminde camiye çevrilen Küçük Ayasofya’nın minaresi, hukuki hiçbir dayanağı olmadan bir gecede yerle yeksan edilir.

Sıranın Ayasofya’ya geldiğini gören tarihçi, gazeteci ve müzeci İbrahim Hakkı Konyalı hemen bir rapor yazar ve neşreder.

Merhum Konyalı’nın raporunda, “Bu minareler kubbenin desteğidir, eğer minareler yıkılırsa Ayasofya da yıkılır” dendiği için mecburen yıkımdan vazgeçilir.

Aynı dönemde ülkemizin dört bir yanında pek çok caminin, medresenin, ecdat yadigarı eserin başına benzer felaketler gelmiştir.

Esasen, tek parti döneminde alınan bu karar, tarihe ihanet olmanın yanında, hukuka da aykırıydı.

Çünkü Ayasofya ne devletin, ne de herhangi bir kurumun malı değil, vakıf mülküdür.

Fatih İstanbul’u fethettiğinde, Roma İmparatoru unvanını da almış ve dolayısıyla Bizans hanedanı üzerine kayıtlı bulunan tüm emlake sahip olmuştur.

İşte bu hukuka istinaden, Ayasofya da, Fatih’in ve onun kurduğu vakfın üzerine tapulanmıştır.

Cumhuriyet döneminde bu tapu senedinin yeni harflerle hazırlanmış resmi bir sureti de çıkarılarak hukuki statüsü tescillenmiştir.

Ayasofya Fatih’in tapulu mülkü olmasaydı, hukuken burayı vakfetme hakkı da bulunmazdı.

Fatih Sultan Mehmet Han, Ayasofya’yı da içeren 1 Haziran 1453 tarihli yüzlerce sayfalık vakfiyesinin bir yerinde aynen şunları söylüyor:

“KİM BU AYASOFYA’YI CAMİYE DÖNÜŞTÜREN VAKFİYEMİ DEĞİŞTİRİR, BİR MADDESİNİ TEBDİL EDER, ONU İPTAL VEYA TEDİLE KOŞARSA…

FASİT VEYA FASIK BİR TEVİLLE VEYA HERHANGİ BİR DALAVEREYLE AYASOFYA CAMİSİ’NİN VAKIF HÜKMÜNÜ YÜRÜRLÜKTEN KALDIRMAYA KASTEDERSE…

ASLINI DEĞİŞTİRİR, FÜRUUNA İTİRAZ EDER VE BUNLARI YAPANLARA YOL GÖSTERİR, YARDIM EDERSE

KANUNSUZ OLARAK ONDA TASARRUF YAPMAYA KALKAR, CAMİLİKTEN ÇIKARIR VE SAHTE EVRAK DÜZENLEYEREK, MÜTEVELLİLİK HAKKI GİBİ ŞEYLER İSTERSE…

YAHUT ONU KENDİ BATIL DEFTERİNE KAYDEDER VEYA YALANDAN KENDİ HESABINA GEÇİRİRSE…

HUZURUNUZDA İFADE EDİYORUM Kİ, EN BÜYÜK HARAMI İŞLEMİŞ VE GÜNAHI KAZANMIŞ OLUR.

BU VAKFİYEYİ KİM DEĞİŞTİRİRSE; ALLÂH’IN, PEYGAMBER’İN, MELEKLERİN, BÜTÜN YÖNETİCİLERİN VE DAHİ BÜTÜN MÜSLÜMANLARIN EBEDİYEN LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN…

AZAPLARI HAFİFLEMESİN, HAŞR GÜNÜNDE YÜZLERİNE BAKILMASIN.

KİM BUNLARI İŞİTTİKTEN SONRA HALA BU DEĞİŞTİRME İŞİNE DEVAM EDERSE, GÜNAHI ONU DEĞİŞTİRENE AİT OLACAKTIR.

ALLÂH’IN AZABI ONLARADIR.

ALLÂH İŞİTENDİR, BİLENDİR.”

Evet… Bugün alınan karar, aynı zamanda Fatih’in işte bu ağır bedduasından kurtulmamızı sağlamıştır.

Gerçi, aynı zihniyet bugün de, bırakınız Ayasofya’nın hüznünü gidermeyi, İstanbul’un en gözde Camisi Sultan Ahmet’i müzeye dönüştürmeyi teklif edebilmektedir.

Bu zihniyet geçmişte, Sultan Ahmet Camiini resim galerisi, Yıldız Sarayını kumarhane, Ayasofya’yı caz kulübü olarak kullanmayı da düşünmüş, hatta bir kısmını gerçekleştirmişti.

Her dönemde olduğu gibi günümüzde de bu bakış açısı, çağdaşlık kisvesi altında çağ dışı bir anlayışın tezahürüdür.

Vatikan’ın müze haline dönüştürülerek ibadete kapatılmasını talep etmekle, Ayasofya’nın müze olarak kalmasında ısrarcı olmak aynı mantığın ürünüdür.

Bunun bir adım sonrası, insanlığın en eski mabedi olan Kabe’nin ve yine kadim mabed Mescid-i Aksa’nın da müzeye dönüştürülmesi isteğidir.

Rabbim ülkemizi ve insanlığı, bu zihniyetten ilelebet muhafaza eylesin diyorum.

Rabbim bir daha bu milleti değerlerine düşmanlık edenlerle sınamasın diyorum.

Aziz Milletim

Bazı eserler vardır ki, bunlar milletlerin ve devletlerin sembolüdür. Ayasofya’da işte bu sembollerimizden biridir.

Yahya Kemal, 1922 yılında yazdığı bir makalede şöyle diyor:

“BU DEVLETİN İKİ MANEVİ TEMELİ VARDIR: FATİH’İN AYASOFYA MİNARESİNDEN OKUTTUĞU EZAN Kİ HALA OKUNUYOR… SELİM’İN HIRKA-İ SAADET ÖNÜNDE OKUTTUĞU KUR’AN Kİ HALA OKUNUYOR…”

Yine Yahya Kemal’in ifadesiyle Ayasofya’nın milletimiz için anlamı şu şekildedir:

“BİR ZAMANLAR HENDESEDEN ABİDE ZANNETTİMDİ;

KUBBEN ALTINDA BU CUMHURA BAKARKEN ŞİMDİ,

SENELERDEN BERİ RÜYADA GÖRÜP ÖZLEDİĞİM

CEDLERİN MAĞFİRET İKLİMİNE GİRMİŞ GİBİYİM”

Şairin “cedlerin mağrifet iklimi” olarak tarif ettiği bu mabed, maalesef, uzunca bir süre ezan ve Kur’an sesinden mahrum kalmıştır.

Önce 1980’de, ardından 1991’de Ayasofya’nın hünkar mahfili ibadete açılmışsa da, ana yapısı itibariyle bu mabedin boynu hep bükük kalmaya devam etmiştir.

Fikir ve sanat insanlarımızın hemen hepsi, Ayasofya’nın öksüzlüğü konusunu yazılarında, konuşmalarında dile getirmiştir.

Merhum Necip Fazıl Kısakürek, “Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphe edenler, Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe eder” diyerek, bu konudaki inancını ortaya koyar.

Üstadın, “Ayasofya açılmalıdır, Türk’ün kapalı bahtıyla beraber açılmalıdır” çağrısına işte bugün cevap veriyoruz.

Nazım Hikmet’in İstanbul’un fethini ve Ayasofya’nın Camiye dönüştürülmesini anlattığı şiiri de çok çarpıdır:

“İSLAM’IN EN BEKLEDİĞİ EN ŞEREFLİ GÜNDÜR BU

RUM KOSTANTİNİYE’Sİ OLDU TÜRK İSTANBUL’U

CİHANA KARŞI KOYAN BİR ORDUNUN SAHİBİ

TÜRK’ÜN PADİŞAHI, BİR GÖK YARILIR GİBİ

GİRDİ EDİRNEKAPI’DAN KIR ATIN ÜSTÜNDE

FETHETTİ İSTANBUL’U SEKİZ HAFTA ÜÇ GÜNDE

O NE MUTLU, MÜBAREK BİR KULUYMUŞ ALLAH’IN

BELDE-İ TAYYİBE’Yİ FETHEDEN PADİŞAHIN

HAK YERİNE GETİRDİ, EN BÜYÜK NİYAZINI

KILDI AYASOFYA’DA İKİNDİ NAMAZINI”

Bir başka tarihçi ve şair Nihal Atsız’a, “Dünyaya bir daha gelseniz, ne olmak isterdiniz?” diye sorulduğunda, cevabı “Ayasofya’ya imam olmak isterdim” olmuştur.

Dünya çapındaki tarihçimiz Halil İnalcık, “Batı, İstanbul’un fethini ve Ayasofya’yı hiç unutmadı” derken, aslında bize bu konunun siyaset üstü bir mesele olduğunu anlatmaya çalışıyordu.

Edebiyatımızın zirve isimlerinden Peyami Safa ise, “Ayasofya’nın müze haline getirilmesi, Hıristiyanlığın İstanbul üzerindeki emellerini bertaraf etmemiş, bilakis cesaretini artırmış, kışkırtmış ve azdırmıştır” diyordu.

Osman Yüksel Serdengeçti’nin idamla yargılanmasına sebep olan Ayasofya başlıklı yazısı şu satırlarla son bulur:

AYASOFYA!

EY MUHTEŞEM MABET…

MERAK ETME, FATİH’İN TORUNLARI BÜTÜN PUTLARI DEVİRİP SENİ CAMİYE ÇEVİRECEKLER.

GÖZYAŞLARIYLA ABDEST ALIP SECDELERE KAPANACAKLAR.

TEHLİL VE TEKBİR SADALARI BOŞ KUBBELERİNİ YENİDEN DOLDURACAK, İKİNCİ BİR FETİH OLACAK.

OZANLAR BUNUN DESTANINI YAZACAKLAR, EZANLAR İLANINI YAPACAKLAR.

SESSİZ VE ÖKSÜZ MİNARELERDEN YÜKSELEN TEKBİR SESLERİ FEZALARI YENİDEN İNLETECEK.

ŞEREFELERİN YİNE ALLAH’IN VE HAZRETİ MUHAMMED’İN ŞEREFİNE IŞIL IŞIL YANACAK.

BÜTÜN DÜNYA FATİH DİRİLDİ SANACAK.

BU OLACAK AYASOFYA, BU OLACAK.

İKİNCİ BİR FETİH, YENİ BİR BA’SÜ BA’DEL-MEVT…

BU MUHAKKAK…

BU GÜNLER YAKIN…

BELKİ YARIN, BELKİ YARINDAN DA YAKIN…”

Hamdolsun, işte o yarınlara kavuştuk.

Ayasofya’nın mahzunluğu konusundaki en çapıcı şiirlerden biri de Arif Nihat Asya’ya aittir:

ULU MABED, NEYE HİCRANA BÜRÜNDÜN BÖYLE

FATİH’İN DEVRİNİ BİR NEBZECİK OLSA SÖYLE!

BEŞ VAKİT LOŞLUĞUNDA SAF SAFTIK

DAVETİN VARDI DÜN EZANLARINDA.

SENİ EY MABEDİM UTANSINLAR

KAPAYANLAR DA, AÇMAYANLAR DA!”

Bugün Türkiye, işte böyle bir utançtan kurtulmuştur.

Bugün Ayasofya, inşa edildiği tarihten itibaren defalarca şahit olduğu yeniden dirilişlerinden birini yaşıyor.

Ayasofya’nın dirilişi, Mescid-i Aksa’nın özgürlüğe kavuşmasının habercisidir.

Ayasofya’nın dirilişi, dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların fetret devrinden çıkış iradesinin ayak sesidir.

Ayasofya’nın dirilişi, sadece Müslümanların değil, onlarla birlikte tüm mazlumların, mağdurların, ezilmişlerin, sömürülmüşlerin umut ateşinin yeniden alevlenişidir.

Ayasofya’nın dirilişi, Türk Milleti, Müslümanlar ve tüm insanlık olarak dünyaya söyleyecek yeni sözlerimiz olduğunun ifadesidir.

Ayasofya’nın dirilişi, Bedir’den Malazgirt’e, Niğbolu’dan Çanakkale’ye kadar tarihimizin tüm atılım dönemlerini yeniden hatırlayışımızın adıdır.

Ayasofya’nın dirilişi, şehitlerimizin ve gazilerimizin emanetlerine gerekirse canımız pahasına sahip çıkma kararlılığımızın remzidir.

Ayasofya’nın dirilişi, Buhara’dan Endülüs’e kadar medeniyetimizin tüm sembol şehirlerine verdiğimiz bir gönül selamıdır.

Ayasofya’nın dirilişi, Alparslan’dan Fatih’e ve Abdülhamit’e kadar ecdadın tamamına vefamızın gereğidir.

Ayasofya’nın dirilişi, Fatih’in fetih ruhunu şad etme yanında, Akşemsettin’in maneviyatını, Mimar Sinan’ın estetiğini ve zevkini de yeniden gönlümüzde canlandırmaktır.

Ayasofya’nın dirilişi, insanlığın özlemle beklediği temeli adalet, vicdan, ahlak, tevhid ve kardeşlik olan medeniyet güneşimizin yeniden yükselişinin sembolüdür.

Ayasofya’nın dirilişi, bu mabedin kapılarındaki zincirler yanında, topyekûn gönüllerdeki ve ayaklardaki prangaların da kırılıp atılmasıdır.

Ezanın aslına döndürülmesinden 70 yıl sonra Fatih’in emaneti Ayasofya’nın da Cami olarak hizmete girmesi, gecikmiş bir yeniden silkiniştir.

Bu tablo, İslam coğrafyasının dört bir yanındaki sembol değerlerimize yapılan hoyratça saldırılara verilmiş en güzel cevaptır.

Türkiye, son dönemde attığı her adımla, artık zamanın ve mekanın nesnesi değil öznesi olduğunu göstermektedir.

Millet olarak verdiğimiz tarihi mücadeleyle, temsilcisi olduğumuz medeniyetin aydınlık geleceği için maziden atiye tüm insanlığı kucaklayan bir köprü kuruyoruz.

İnşallah bu kutlu yolda yürümeye, durmadan, duraksamadan, yılmadan, azimle, fedakarlıkla, kararlılıkla, menzile ulaşana kadar devam edeceğiz.

Bir kez daha Ayasofya’nın yeniden Camiye dönmesini sağlayan yargı kararı ve Cumhurbaşkanlığı düzenlemesinin hayırlı olmasını diliyorum.

Ayasofya’yı insanlığın ortak kültürel mirası vasfını koruyarak Cami olarak ibadete açacağımızın altını da tekrar çiziyorum.

Sizlere sevgilerimi, saygılarımı sunuyorum.

Kalın sağlıcakla…

___________________

Recep Tayyip Erdoğan – TC. Cumhurbaşkanı

Tv. dan halka hitabı…

Ayasofya Kararındaki Gerekçeler…

danıştay-logosu – Av.Akın Yakan

Danıştay 10. Dairesi: Başkan: Yılmaz AKÇİL, Üye: Ali ÜRKER, Üye: Ömer CİVRİ, Üye: Abdullah AYGÜN, Üye: Lütfiye AKBULUT, Danıştay Savcısı: Aytaç Kurt Danıştay Tetkik Hâkimi: Uğur Yasin Yolal

Danıştay 10. Dairesinin; 02.07.2020 tarih ve Esas No: 2016/16015, Karar No: 2020/2595 kararından alınmıştır.

DAVANIN KONUSU                     : Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması amacıyla Başbakanlığa yapılan 31/08/2016 tarihli başvurunun Başbakanlığın bağlı kuruluşu olan Vakıflar Genel Müdürlüğü, İstanbul 1. Bölge Müdürlüğünce reddine yönelik 19/10/2016 tarih ve 27882 sayılı işlemin dayanağı olan Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesine ilişkin 24/11/1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının iptali istenilmektedir.

İNCELEME VE GEREKÇE :

a)  İlgili Mevzuat:

Mülga 864 sayılı Kanunu Medeninin Sureti Meriyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun’un 1. maddesinde “Kanunu medeninin meri olmağa başladığı tarihten evvelki hâdiselerin hukukî hükümleri, mezkûr hâdiselerin hangi kanun meri iken vaki olmuş ise yine o kanuna tâbi kalır.

Binaenaleyh 4 teşrinievvel 1926 tarihinden evvel vukubulmuş olan muamelelerin hukukan lâzimülifa olup olmamaları ve neticeleri, mezkûr tarihten sonra dahi, vukuları zamanında meri olan kanunlara tevfikan tayin olunur. …” hükmüne, 8. maddesinde ise “Kanunu medeninin meriyete vazından mukaddem vücuda getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur.” hükmüne yer verilmiştir.

Benzer şekilde, 864 sayılı Kanun’u yürürlükten kaldıran 03/12/2001 tarih ve 4722 sayılı Türk Medenî Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 1. maddesinde “Türk Medenî Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten önceki olayların hukukî sonuçlarına, bu olaylar hangi kanun yürürlükte iken gerçekleşmişse kural olarak o kanun hükümleri uygulanır.

Türk Medenî Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten önce yapılmış olan işlemlerin hukuken bağlayıcı olup olmadıkları ve sonuçları, bu tarihten sonra dahi, yapıldıkları sırada yürürlükte bulunan kanunlara göre belirlenir. …” hükmüne, 8. maddesinde ise “Türk Kanunu Medenîsinin yürürlüğe girmesinden önce kurulmuş bulunan vakıflar hakkında yürürlükte olan özel hükümler saklı kalmaya devam eder. ” hükmüne yer verilmiştir.

05/06/1935 tarih ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 10. maddesinde “Tahsis edildikleri maksada göre kullanılmaları kanuna veya amme intizamına uygun olmayan veyahud işe yaramaz bir hale gelen hayrat vakıflar, idare meclisinin teklifi ve Bakanlar Heyetinin kararı ile mümkün mertebe gayece ayni olan diğer hayrata tahsis edilebileceği gibi bu kabîl hayrat ayın veya para ile değiştirilerek elde edilecek ayın veya para dahi ayni suretle diğer hayrata tahsis olunabilir. Mimarî veya tarihî değeri olan eserler satılamaz.” hükmü yer almaktadır.

Hâlen yürürlükte bulunan 20/02/2008 tarih ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 15. maddesinde “Vakıfların hayrat taşınmazları haczedilemez, rehnedilemez, bu taşınmazlarda mülkiyet ve irtifak hakkı için kazandırıcı zamanaşımı işlemez.

Genel Müdürlüğe, mazbut ve mülhak vakıflara ait olup, tahsis edildikleri amaca göre kullanılmaları kanunlara veya kamu düzenine aykırı yahut tahsis amacına uygunluğunu kaybetmiş, kısmen veya tamamen hayrat olarak kullanılması mümkün olmayan taşınmazlar; mazbut vakıflarda Meclis kararı ile mülhak vakıflarda vakıf yöneticisinin talebi üzerine Meclis kararı ile gayece aynı veya en yakın başka bir hayrata dönüştürülebilir, akara devredilebilir veya paraya çevrilebilir. Bu paralar aynı surette diğer bir hayrata tahsis olunur. Aynı vakıf içerisindeki dönüştürme veya devirlerde bedel ödenmez.” hükmüne, 16. maddesinde de, “Mazbut vakıflara ait hayrat taşınmazlara, Genel Müdürlük tarafından öncelikle vakfiyeleri doğrultusunda işlev verilir. Genel Müdürlükçe değerlendirilemeyen veya işlev verilemeyen hayrat taşınmazlar; fiilen asli niteliğine uygun olarak kullanılıncaya kadar kiraya verilebilir.

Bu hayrat taşınmazlar; Genel Müdürlükçe işlev verilmek amacıyla, vakfiyesinde yazılı hizmetlerde kullanılmak üzere Genel Müdürlüğün denetiminde onarım ve restorasyon karşılığı kamu kurum ve kuruluşlarına, benzer amaçlı vakıflara veya kamu yararına çalışan derneklere tahsis edilebilir. ” hükmüne yer verilmiştir.

b)  Vakıf Müessesesi

Anayasa Mahkemesinin 04/12/1969 tarih ve E:1969/35, K:1969/70, 26/12/2013 tarih ve E:2013/70, K:2013/166 sayılı kararlarında da vurgulandığı üzere, kökü İslâm hukukuna dayanan, temelinde vakfedenlerin iradesi bulunan ve bir sosyal yardım kurumu olan vakıflar, bir mülkün menfaatlerinin sosyal ve kültürel hizmetlere tahsis edilmek üzere özel mülkiyetten çıkarılarak temlik ve temellükten yasaklanmak suretiyle kamu yararına özgülenmesini ifade etmektedir.

22/11/2001 tarih ve 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu’nun 101. maddesinde vakıflar, “gerçek veya tüzel kişilerin yeterli mal ve hakları belirli ve sürekli bir amaca özgülemeleriyle oluşan tüzel kişiliğe sahip mal toplulukları” olarak tanımlanmıştır.

Günümüzde vakıf kurulabilmesi, 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu hükümlerine göre mümkün olmakla birlikte, anılan Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten önce kurulmuş olan vakıfların, tarihten gelen özellikleri, kuruluş irade ve amaçları ile vakıf senetlerindeki şartlar gereği korunmaları ve sürekliliklerinin sağlanması hususları gözetilerek, “mazbut vakıflar”, “mülhak vakıflar”, “yeni vakıflar”, “cemaat vakıfları” ve “esnaf vakıfları”nın yönetimi, faaliyetleri ve denetimi, yurt içi ve yurt dışındaki taşınır ve taşınmaz vakıf kültür varlıklarının tescili, muhafazası, onarımı ve yaşatılması, vakıf varlıklarının ekonomik şekilde işletilmesi ve değerlendirilmesinin sağlanmasına ilişkin usûl ve esaslar 20/02/2008 tarih ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nda düzenlenmiştir.

Vakıf amaç ve faaliyetlerinin yerine getirilmesi için gelir getirici şekilde değerlendirilmesi zorunlu olan taşınır ve taşınmazlara “akar”, vakıfların doğrudan toplumun istifadesine bedelsiz olarak sundukları mal ve hizmetlere “hayrat” adı verilmektedir.

c)  Eski Vakıflar Hakkında Uygulanacak Hukuk Kuralları

17/02/1926 tarih ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi 04/04/1926 tarih ve 339 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanmış ve yürürlük tarihinin düzenlendiği 936. maddesi hükmü gereği yayımı tarihinden altı ay sonra 04/10/1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

19/06/1926 tarih ve 864 sayılı Kanunu Medeninin Sureti Meriyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun’un “Umumî hükümler, Kanunun makabline şümulü” başlıklı 1. maddesinde “Kanunu medeninin meri olmağa başladığı tarihten evvelki hâdiselerin hukukî hükümleri, mezkûr hadiselerin  hangi  kanun  meri  iken  vaki  olmuş  ise  yine  o  kanuna  tâbi  kalır.  Binaenaleyh 4 teşrinievvel 1926 tarihinden evvel vukubulmuş olan muamelelerin hukukan lâzimülifa olup olmamaları ve neticeleri, mezkûr tarihten sonra dahi, vukuları zamanında meri olan kanunlara tevfikan tayin olunur. …” kuralına, “Kanunu medeniden evvel müesses evkaf, tesisler” başlıklı 8. maddesinde ise “Kanunu medeninin meriyete vazından mukaddem vücuda getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur. Kanunu medeninin meriyete vazından sonra vücuda getirilecek tesisler, kanunu medenî ahkâmına tâbidir.” kuralına yer verilerek, 743 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 4 Ekim 1926 tarihinden önce kurulan eski vakıfların yeni Kanun hükümlerine tabi olması uygun görülmediğinden, 864 sayılı Kanun’un 8. maddesinde, Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflara dair ayrı bir kanuni düzenleme yapılacağı belirtilmiş ve bu kapsamda 05/06/1935 tarih ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu yürürlüğe konulmuştur.

Benzer şekilde, 1 Ocak 2002 tarihinde 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte, 864 sayılı Kanun’u yürürlükten kaldıran 03/12/2001 tarih ve 4722 sayılı Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 8. maddesinde de, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar için yürürlükte olan özel kurallar saklı tutularak 4 Ekim 1926 tarihinden önce kurulmuş olan vakıfların hukuki statülerinin muhafazasına karar verilmiştir.

Buna göre, kanun koyucu, eski vakıfları kuranların iradelerine ve sözleşme hürriyetine olabildiğince saygı göstererek, 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nda eski vakıfları düzenlerken vakıf kurumunun ve ondan doğan ilişkilerin hukuki niteliğinde ve bu arada vakıf mallarının özel mülkiyet konusu mallar olmasında, herhangi bir değişiklik yapmamış, 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girdiği 04/10/1926 tarihinden önce kurulan vakıfların hukuki statüleri 2762 sayılı Vakıflar Kanunu (hâlen 5737 sayılı Vakıflar Kanunu) hükümleri çerçevesinde korunmaya devam edilmiştir.

ç) Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun Eski Vakıflarla İlgili Değerlendirmeleri

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 30/05/2007 tarih ve E:2007/18-293, K:2007/310 sayılı Kararında vakıflarla ilgili olarak yapılan genel değerlendirme şu şekildedir: “… Dava konusu vakıf, Osmanlı dönemine ait bir vakıftır. Bu nedenle davayı Osmanlı Vakıf Hukuku düzenlemelerine göre incelemek gerekir. Osmanlı tatbikatında vakıf; bir malı mülkiyetten çıkarıp menfaatlerini belli şartlarla, ebedi olarak bir hayır cihetine tahsis etmek demektir. Vakıf, kamu veya özel nitelikte kurulsa dahi hukuki bir tasarruf olduğunda şüphe yoktur. Ancak, hukuki tasarruflar, tek taraflı ve iki taraflı irade beyanı çeşitlerine ayrılmaktadır. O halde vakıf, hangi tür irade beyanına göre kurulmaktadır. Osmanlı hukukçularına göre; ister kamuya, isterse özel cihetlere tahsis edilsin veya birinci derecede vakıftan yararlanacak belli şahıslar bulunsun veya bulunmasın vakıf tek taraflı bir hukuki muameledir. Vakfedenin (vâkıf) icabıyla (irade beyanıyla) kurulur. Vakıf muamelesinin bağlayıcılık kazanması için hakimin yargılama sonucunda vakfın lüzumuna karar vermesi gerekir. Osmanlı tatbikatında buna tescil denilmektedir. Bir vakıf muamelesinin hem sahih hem de lâzım olabilmesi için tescili şart koşulmuştur. Tescil ile, vakfiyet ile verilen hükümler tarafları ve bütün hükmi şahısları bağlar. Artık hiçbir kimse vakıf mal aleyhinde mülkiyet ve istihkak iddiasıyla dava açamaz. … Vâkıfa ait mülk, vakfedildikten sonra kimin olacaktır. Osmanlı hukukçuları vakıf malların mülkiyetinin ‘…. Allahın mülkü hükmünde …’ diyerek hükmi bir şahsiyete intikal ettiğini açıkça söylemektedirler. Vakfın hukuki sonucu vakfedilen malın aslının hapsi ve menfaatinin Allahın kullarına ait olmasıdır. (Ebu-Üla Mardin, Ahkam-ı Evkaf, Ömer Hilmi Karinabadizade Ahkamül Evkaf) Vakıf muamelesiyle vakfedilen mal, bir çeşit manevi dokunulmazlık kazanır. Artık vakıf mal üzerinde, mülkiyet konusu bir malmış gibitasarruf olunamaz. … Yukarıda yapılan açıklamalardan hareketle Osmanlı tatbikatında vakıf; tek taraflı irade beyanıyla kurulan, yargılama sonucunda lüzumuna karar verilen, tescille hüküm ifade eden; konusu malum, muayyen ve dayanıklı bir malın, vakfedenin mülkiyetinden çıkarılıp özel ve tüzel kişilerin yararına, gayesine uygun bir biçimde mütevellilerince idare edilen hukuki müesseselerdir. Osmanlı döneminde kurulan bir vakfın yukarıdaki esaslar dairesinde kurulup kurulmadığının tespiti ancak vakfın tüzüğü (vakfiye) ile belirlenebilir.

d)  Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun Kariye Camii’ne Dair Kararı

743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girdiği 04/10/1926 tarihinden önce kurulmuş, mazbut vakıf hayratı statüsünde bulunan, İstanbul İli, Fatih İlçesindeki Kariye Camii’nin müze ve müze deposu olarak kullanılmak üzere Milli Eğitim Bakanlığına tahsisine ilişkin 29/08/1945 tarih ve 3/3054 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının iptali istemiyle Dairemizde açılan davada, 12/03/2014 tarih ve E:2010/14612, K:2014/1474 sayılı kararımızla, “… Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Genel Konferansınca 16 Kasım 1972 tarihinde ‘Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme’nin kabul edildiği, 14/04/1982 tarih ve 2658 sayılı Kanunla katılmamız uygun bulunan bu Sözleşme’nin, 23/05/1982 tarih ve 8/4788 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla onaylanarak, 14/02/1983 tarih ve 17959 sayılı Resmî Gazete’de yayımlandığı, … Söz konusu Sözleşme hükümlerinin bir gereği olarak oluşturulan Dünya Miras Listesi, UNESCO’ya bağlı Dünya Miras Komitesi tarafından belirlenerek bulundukları ülkenin devleti tarafından korunması garanti edilmiş doğal ve kültürel varlıkları gösterdiği, böyle bir liste oluşturmadaki amacın tüm insanlığın malı olan değerlerin korunmasında uluslar arası işbirliğini mümkün kıldığı düzenli olarak yenilenen listede 2008 yılı itibariyle 141 ülkeye ait 851 varlık bulunduğu bunların 660’ı kültürel, 166’sı doğal, 25’i ise kültürel ve doğal varlık olduğu, kültürel bir miras niteliği taşıyan İstanbul’un tarihi alanlarının 06/12/1985 tarihinde Dünya Miras Listesine dahil edildiği, İstanbul’un tarihi alanlarının önemli parçalarından biri olan ve ortak miras olarak kabul edilen evrensel değerlere sahip Kariye Müzesinin, inşa edildiği yüz yıllar öncesinden günümüze kadar uzanan süreçte tarihe tanıklık etmesi, belli bir zaman diliminde veya kültürel mekanda, mimarinin veya teknolojinin, anıtsal sanatların gelişiminde, şehirlerin planlanmasında veya peyzajların yaratılmasında, insani değerler arasındaki önemli etkileşimi göstermesi, insanlık tarihinin bir veya birden fazla anlamlı dönemini temsil eden yapı tipinin ya da mimari veya teknolojik veya peyzaj topluluğunun değerli bir örneğini sunması ve bir veya birden fazla kültürü temsil eden önemli bir örnek olması nedeniyle tüm dünyaya tanıtılma işlevinin gereği gibi yerine getirilebilmesi amacıyla müze olarak kullanılmasında hukuka aykırılık bulunmadığı ” gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Dairemizin anılan kararının temyiz edilmesi üzerine Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 26/04/2017 tarih ve E:2014/4645, K:2017/1860 sayılı kararıyla temyize konu karar hukuka ve usûle uygun bulunmuş ve kararın onanmasına karar verilmiş ise de davacı tarafından, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca verilen 26/04/2017 tarihli onama kararının düzeltilmesinin istenilmesi üzerine, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca, karar düzeltme dilekçesinde ileri sürülen nedenler, 2577 sayılı Kanun’un 54. maddesi hükmüne uygun bulunarak, karar düzeltme isteminin kabulü ile Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 26/04/2017 tarih ve E:2014/4645, K:2017/1860 sayılı kararı kaldırılarak temyiz istemi yeniden görüşülmüş olup, 19/06/2019 tarih ve E:2018/142, K:2019/3130 sayılı karar ile;

Kariye Camii Şerifi, Osmanlı Devleti döneminde özel hukuk hükümlerine göre vakfedilmiş, mazbut Fatih Sultan Mehmet Vakfına ait hayrat taşınmazlardandır. Hayrat taşınmazlar; ibadethane, hastahane ve aşhane gibi doğrudan doğruya hayır hizmetlerinin ifası için kurulmuş olan vakıfların taşınmazlarıdır ki; bu taşınmazlar gerek mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu, gerekse halen yürürlükte olan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu hükümleri uyarınca kamu malı niteliğindedirler. Dolayısıyla, bunlar hakkında, esas itibariyle, özel mülkiyet hükümleri tatbik olunamaz. Hayrat malları satılamaz, rehin edilemez, haciz olunamazlar, bunlar için ne mülkiyete, ne de irtifak haklarına ilişkin kazandırıcı zamanaşımı hükümleri uygulanamaz. Zira, bu mallar hiç bir kişinin özel mülkiyetinde olmayıp, kamunun kullanımına ve istifadesine tahsis edilmişlerdir. Hayrat taşınmazlar, mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 10. maddesi ile halen yürürlükte olan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 15 ve 16. maddelerinde öngörülen hükümler hariç olmak üzere vakfın belirlediği kullanım şekli dışında bir kullanım amacına tahsis edilemez.

Bu itibarla, mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 10. maddesinde öngörülen durum ortaya çıkmamış olmasına karşın vakfedenin, taşınmazın ilelebet cami olarak kullanılması yönündeki iradesini ve tahsisini ortadan kaldıracak şekilde alınan dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı, metni yukarıya alınan ve vakıf senedi hangi tarihte düzenlenmişse o tarihteki mevzuatın uygulanacağını hükme bağlayan 864 sayılı Kanunun 1 inci maddesine aykırıdır. Bu hukuka aykırılıktan olsa gerektir ki, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı alınmadan önce Maliye Bakanı tarafından Başbakanlığa gönderilen görüş yazısında; ‘Bu itibarla, Milli Eğitim Bakanlığınca hazırlanmakta olan kanun tasarısının işlemleri biterek yürürlüğe gireceği zamana intizaren …’ ifadesine yer verilmiş, daha yürürlüğe girmemiş bir kanuna atıfla Bakanlar Kurulu Kararı ihdas edilmiştir. Dava dosyası Danıştay Altıncı Dairesinde iken Dairece 21/04/2010 tarihli ara kararla idareye ‘dava konusunu oluşturan mevzuat hükümleri’ sorulmuş olmasına karşın, idarece hiçbir yasal dayanak gösterilmemiştir.

Hayrat vakıflarının temel özelliği bunların amaç dışı kullanımlara karşı üçüncü kişiler yanında, bizzat Devlet’e karşı da korunmuş olmasıdır. Bu vakıfların Devlet’in koruması altında olması, Devlet’in istediği zaman ve istediği şekilde vakıf malları üzerinde tasarrufta bulunması anlamına gelmez. Devlet, sadece vakıf malların amacı doğrultusunda kullanılmasını teminen, kendisine emanet edildiği varlık konumundadır. Bir düzenleme ile olsa bile hayrat vakıfların, başka bir amaca özgülenmesi, hukuka aykırı olacaktır.

Öte yandan, Bakanlar Kurulu Kararı alınırken işlem tarihinde yürürlükte olan 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun öngördüğü şartlara uyulmamıştır. Yukarıda sözü edilen mülga 864 sayılı Kanun hükümleri bulunmasa bile, işlem tarihinde yürürlükte bulunan mevzuatın öngördüğü şartlar, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı alınırken; 05/06/1935 tarihinde çıkarılan 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 10. maddesinde yer alan; ‘Tahsis edildikleri maksada göre kullanılmaları kanuna veya amme intizamına uygun olmayan veyahut işe yaramaz bir hale gelen hayrat vakıflar, idare meclisinin teklifi ve Bakanlar Heyetinin kararı ile mümkün mertebe gayece aynı olan diğer hayrata tahsis edilebileceği gibi bu kabil hayrat ayın veya para ile değiştirilerek elde edilecek ayın veya para dahi aynı suretle diğer hayrata tahsis olunabilir.’ hükmüne, uygun hareket edilmemiştir. Aynı hüküm halen yürürlükte olan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 15. ve 16. maddelerinde yinelenmiştir.

Dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı ise; Kanunda öngörülen şartlardan hiç birisi gerçekleşmeden alınmış, gerekli şekil şartlarına da uyulmamıştır. Zira; Kariye Camiinin, cami olarak kullanılmasında kanuna ve kamu düzenine aykırılıktan söz edilemeyeceği gibi, Bakanlar Kurulu kararına altlık oluşturmak üzere, Vakıflar Genel Müdürlüğü İdare Meclisinin herhangi bir teklifi bulunmamaktadır. Öte yandan yapılan tahsis; bir ibadethanenin depo ve müze olarak kullanılması amacına matuf olup, yukarıdaki şartlar var olsa bile, dava konusu işlemi maksat yönünden açıkça sakatlamaktadır.

Belirtilen nedenlerle, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı, yetki, şekil, sebep, maksat yönlerinden hukuka aykırıdır.” gerekçelerine yer verilerek, Dairemizin 12/03/2014 tarih ve E:2010/14612, K:2014/1474 sayılı kararı bozulmuş olup, anılan bozma kararı uyarınca verilen Dairemizin 11/11/2019 tarih ve E:2019/11776, K:2019/7680 sayılı kararı ile de ilgili Bakanlar Kurulu Kararının Kariye Camii’ne ilişkin kısmı iptal edilmiştir.

e)  Vakıf Mallarının Statüsü

Anayasa Mahkemesinin 30/01/1969 tarih ve E:1967/47, K:1969/9 sayılı Kararına göre vakıf mallarının maliki hiçbir zaman Devlet değil, vakıfların kendileridir: “İslâm hukukuna göre kurulmuş olan ve varlıkları 2762 sayılı, 5/6/1935 günlü Vakıflar Kanunu ile tanınan vakıfların taşınmaz mallarının bu vakıfların mülkiyeti altında olduğu, gerek islâm hukukunun, gerekse o hukukun bu konudaki hükümlerini saklı tutan Vakıflar Kanununun hükümleri gereğidir. Demek ki vakıf mallarının maliki, hiçbir zaman Devlet değil, vakıfların kendileridir.”

Yargıtay içtihatlarına göre de vakıf mallarının sahibi Devlet değildir. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 26/05/1935 tarih ve E:1935/78, K:1935/6 sayılı Kararında da 864 sayılı Kanunu Medeninin Sureti Meriyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun’un 8. maddesi gereğince “Kanunu Medeninin meriyete vaz’ından evvel vücuda getirilen bu gibi evkaf hakkında esasatı sabıkanın tatbiki lazım gelmesine”, “mal-ı vakfın emval-i Devletten olmadığının kabuliyle” ifadeleri kullanılarak, 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girdiği tarihten önce kurulmuş olan vakıflar hakkında anılan Kanun’dan önceki hukuk kurallarının uygulanacağı ve vakıf mallarının Devlet malı hükmünde olmadığı karara bağlanmıştır.

f)  04/10/1926 Tarihinden Önce Kurulan Vakıflarla İlgili Genel Değerlendirme

Yukarıda alıntılanan kanun hükümleri, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay kararlarının birlikte değerlendirilmesinden 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girdiği 04/10/1926 tarihinden önce kurulmuş olan vakıflarla ilgili olarak;

(i)    Vakfiye ya da vakıf senedinin, vakfın kurucu belgesi olduğu, bu belgelerin, vakfın konusuna, amacına ve organlarına dair vakfedenin iradesini yansıtan düzenlemeler içerdiği,

(ii)   Vakfiye ya da vakıf senedi hükümlerinin, hukuk kuralı etki, değer ve gücünde olduğu; vakıf kurma işlemi tamamlandıktan sonra bu kuralların, “vakfedeni”, “vakfı idare edenleri”, “vakıftan faydalanacakları” ve “üçüncü kişileri” bağladığı gibi “Devleti” de bağladığı, bu nedenle, kurucu iradeyi yansıtan vakfiye ya da vakıf senetlerini hiç kimsenin değiştiremeyeceği,

(iii)  Vakıf varlıklarının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasının zorunlu olduğu, sonucuna varılmaktadır.

Bir özel hukuk işlemi olan vakıf kurma iradesinin kanunla belirlenen yönteme uygun olarak açıklanması sonrasında, özel hukuk tüzel kişiliği kazanan mal topluluğunun, mülkiyetine geçen mal ve haklar üzerindeki tasarruf yetkisi, kuşkusuz Anayasa’nın mülkiyet hakkına, tüzel kişiliğin varlığını sürdürmesi de örgütlenme hürriyetine ilişkin kurallarının güvencesi altındadır. Dolayısıyla, vakıf özel hukuk tüzel kişiliğine yönelik düzenlemelerin, vakıf kurumunun bu aslî niteliğine uygun olması ve vakıflara yönelik olarak tesis edilecek işlemlerde, vakfı kuranın iradesine, Anayasa’nın mülkiyet hakkı ve örgütlenme hürriyetine ilişkin kurallarında öngörülenler dışında karışılmaması gerekir.

Aksi hâlde, vakfedenin vakfı oluştururken ortaya koyduğu kurucu iradeye bağlı kalmaksızın, vakfedenin amacı dışına çıkılması ve vakfın amacının ya da mallarının değiştirilmesi hâlinde, vakfın özel hukuk tüzel kişiliği olarak nitelendirilmesine imkân kalmayacak ve bu durum, Anayasa’nın 2. maddesinde yer verilen hukuk devleti niteliğinin gereği olan hukuk güvenliği ilkesiyle, Anayasa’nın örgütlenme hürriyeti ve mülkiyet hakkına ilişkin 33. ve 35. maddelerindeki kurallarla bağdaşmayacaktır.

Nitekim, kanun koyucu da 04/10/1926 tarihinden önce kurulan vakıflarla ilgili yukarıda özetlediğimiz ilkelerden hareketle, 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun geçici 7. maddesi ile cemaat vakıflarının; 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup, tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar ile 1936 Beyannamesinden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların, tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde müracaat edilmesi hâlinde, Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescillerinin yapılmasını öngörmüştür.

Benzer şekilde 22/08/2011 tarih ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 17. maddesiyle 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’na eklenen geçici 11. madde ile, cemaat vakıflarının, 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup; malik hanesi açık olan taşınmazları, kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları, kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmeleri, tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte anılan maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren oniki ay içinde müracaat edilmesi hâlinde, Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmesi; cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıt edilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların ise Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ödenmesi kurala bağlanmıştır.

Son olarak 21/03/2017 tarih ve 7103 sayılı Kanun’un 78. maddesiyle 5737 sayılı Kanun’a eklenen geçici 13. madde ile Vakıflar Genel Müdürlüğünün mülkiyetindeki Mardin İli, Nusaybin İlçesinde bulunan ve maddede sayılan taşınmazların, tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte, taşınmazların bulunduğu bölgede yer alan Süryani cemaatine ait vakıflar arasından Vakıflar Meclisinin kararı ile belirlenecek vakıflar adına, ilgili tapu sicil müdürlüklerince tescil edilmesi hükme bağlanmıştır.

g)  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin Vakıf Müessesesine Bakışı

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde güvence altına alınan haklar arasında “vakıf kurma hakkı” açıkça yer almamakla birlikte AİHM, Sözleşme’nin 11. maddesinde sadece “birlik kurma hakkı”ndan bahsedilmesine rağmen, bu maddeyi “vakıf kurma hakkını” da kapsayacak şekilde geniş yorumlamakta (Sidiropoulos ve diğerleri/Yunanistan, no. 26695/95, 10/07/1998, § 40; Mihr Vakfı/Türkiye, no. 10815/07, 07/05/2019, § 40), vakıf kurma hakkını Sözleşme’nin 9. maddesindeki din ve vicdan hürriyeti ile 10. maddesindeki ifade hürriyetiyle yakın ilişkili olarak görmektedir (Young, James and Webster/Birleşik Krallık, no. 7601/76; 7806/77, § 57, 13/08/1981).

AİHM, kimi vakıfların yaptığı bireysel başvurularda, Sözleşme’nin eki “1 Nolu Ek Protokol”ün 1. maddesi anlamında mülkiyetin korunması hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiaları incelemekte ve bu vakıflara ait mal ve hakların tescil ve iadesi ya da maddi tazminat ödenmesi yönünde kararlar vermektedir. Bu vakıflardan biri olan 1832 yılında Osmanlı döneminde Padişah fermanıyla kurulan ve vakıf statüsü korunan Samatya Surp Kevork Ermeni Kilisesi, Mektebi ve Mezarlığı Vakfının yaptığı başvuru üzerine AİHM, korunan vakıf statüsü ve söz konusu taşınmazların uzun süre vakfa tescilli olduğunu gözeterek taşınmazların vakıf adına yeniden tesciline, tescil yapılmaması hâlinde maddi tazminat ödenmesine karar vermiştir (Samatya Surp Kevork Ermeni Kilisesi, Mektebi ve Mezarlığı Vakfı Yönetim Kurulu/Türkiye, no. 1480/03, 16/12/2008).

Dolayısıyla AİHM’nin de Osmanlı döneminde kurulanlar dâhil olmak üzere, vakıfların korunan statülerinin bir sonucu olarak sahip oldukları taşınmaz ve haklarının mülkiyet hakkı kapsamında korunmasını garanti altına aldığı görülmektedir.

Mülkiyet hakkının maliki olunan varlığı kullanma, değerlendirme ve yararlanma yetkilerini içerdiği açık olduğundan, vakfedenin vakfettiği mal ve haklarla ilgili iradesinin korunması, vakıf varlığının kullanılmasında bu iradeye uygun davranılması gerekmektedir. Bu gereğin zorunlu bir sonucu olarak da vakfedenin iradesine aykırı olarak vakıf taşınmazının vasfının değiştirilmesi ya da vakfedenin iradesi hilafına başka bir amaca hizmet edecek şekilde kullanılmasının AİHM içtihatlarıyla da bağdaşmadığı anlaşılmaktadır.

ğ) Dava Konusu İşlemin İncelenmesi:

1)  Kararname İçeriği

Millî Eğitim Bakanlığının (Maarif Vekaleti) 04/11/1934 tarih ve 94041 sayılı yazısı ile Vakıflar Genel Müdürlüğünün (Evkaf Umum Müdürlüğü) 07/11/1934 tarih ve 153197/107 sayılı yazısına istinaden yürürlüğe konulan dava konusu 24/11/1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararında, Millî Eğitim Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğünün anılan yazılarına özetle yer verildikten sonra, “Bu iş İcra Vekilleri Heyetince 24/11/934 te görüşülerek, caminin çevresindeki evkafa ait binaların Evkaf Umum müdürlüğünce yıktırılarak temizlettirilmesi ve diger binaların istimlak, yıkma ve binanın tamir ve muhafazası masrafları da Maarif Vekilliğince verilmek suretile Ayasofya camiinin müzeye çevrilmesi tasvip ve kabul olunmuştur.” ifadelerine yer verilerek Ayasofya Camii müzeye çevrilmiştir.

2)  Vakıf Senedi

1470 tarihli Mehmed Han-ı Sanî Bin Murad Han-ı Sanî Vakfı’na ait vakfiyede, vakfedilen hayrattan birinin de daha önce kilise iken camiye çevrilen Ayasofya Camii olduğu, “vakıf mallarının hiçbir surette temlik ya da temellük edilemeyeceği” şartının iptal edilemeyeceği kesin bir şekilde ifade edilmiştir.

3)  Tapu Senedi

Ayasofya, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı yürürlüğe konulduktan sonra, 19/11/1936 tarihli tapu senedi uyarınca, İstanbul İli, Eminönü İlçesi (hâlen Fatih İlçesi), Cankurtaran Mahallesi, Babı Hümayun Sokak, 57. Pafta, 57. Ada, 7 numaralı Parselde “türbe, akaret, muvakkithane ve medreseyi müştemil Ayasofyayı Kebir Camii Şerifi” vasfı ile “Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı” (günümüzde Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı) adına kaydedilmiştir. Ayasofya Camii, Osmanlı Devleti döneminde özel hukuk hükümlerine göre vakfedilmiş, mazbut Mehmed Han-ı Sanî Bin Murad Han-ı Sanî Vakfı’na ait hayrat taşınmazlardandır.

4)  Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme

Ayasofya, 14/04/1982 tarih ve 2658 sayılı Kanun’la katılmamız uygun bulunan ve 23/05/1982 tarih ve 8/4788 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla onaylanarak, 14/02/1983 tarih ve 17959 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme” kuralları çerçevesinde, 06/12/1985 tarihinde kullanım durumuna ilişkin herhangi bir niteleme yapılmaksızın “İstanbul’un Tarihi Alanları” başlığı altında Topkapı Sarayı, Süleymaniye Camii, Sultan Ahmet Camii, Şehzade Mehmet Camii, Zeyrek Camii, Tarihi Surlar gibi eserlerin bulunduğu tarihi yarımada içerisinde Dünya Mirası Listesine dâhil edilmiştir. Anılan Sözleşme hükümlerinin bir gereği olarak oluşturulan Dünya Mirası Listesi, UNESCO’ya bağlı Dünya Mirası Komitesi tarafından belirlenerek, bulundukları ülkenin devleti tarafından korunması garanti edilmiş doğal ve kültürel varlıkları göstermektedir.

Anılan Sözleşme’nin 6. maddesinde “Bu Sözleşmeye taraf olan Devletler, 1. ve 2. maddelerde sözü edilen kültürel ve doğal mirasın toprakları üzerinde bulunduğu devletlerin egemenliğine tam olarak saygı göstererek ve ulusal yasaların sağladığı mülkiyet haklarına zarar vermeden, bu tür mirasın, bütün uluslararası toplum tarafından işbirliği ile korunması gereken evrensel bir miras olduğunu kabul ederler.” hükmü yer almaktadır.

5)  Değerlendirme

(i)  Uluslararası Hukuk Yönünden

Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme’nin 6. maddesi hükmü bağlamında, Sözleşmeye taraf devletlerin, Ayasofya kültürel ve doğal mirasının, toprakları üzerinde bulunduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenliğine tam olarak saygı göstererek ve ulusal yasalarının sağladığı mülkiyet haklarına zarar vermeden, uluslararası toplum tarafından işbirliği ile korunması gereken evrensel bir miras olduğunu kabul ettikleri açıktır.

Buna göre, kullanım durumuna ilişkin herhangi bir niteleme yapılmaksızın “İstanbul’un Tarihi Alanları” başlığı altında Dünya Mirası Listesine dâhil edilen Ayasofya’nın kullanım şeklinin iç hukukumuza göre belirlenmesinin önünde engel teşkil eden herhangi bir kural Sözleşme’de yer almamaktadır. Aksine, Ayasofya’nın kullanım şeklinin iç hukukumuzda yer alan “vakıf mülkiyet hukuku” çerçevesinde belirlenmesi, Sözleşmenin 6. maddesinde ifade edilen “egemenliğe tam olarak saygı gösterme” ve “ulusal yasaların sağladığı mülkiyet haklarına zarar vermeme” ilkeleri kapsamında Sözleşme’den kaynaklanan bir zorunluluktur.

Sözleşme’nin asıl amacı Dünya Mirası Listesine alınan doğal veya kültürel mirasın korunması olup, kültürel mirasın kullanım alanı, kültürel mirasın bulunduğu ülkenin iç hukukuna göre tayin edilecektir. Nitekim, Dünya Mirası Listesinde yer verilen ve ülkemizde bulunan miras alanlarından, Ayasofya’nın da içinde yer aldığı “İstanbul’un Tarihi Alanları” ile diğer miras alanlarında, Selimiye Camii, Divriği Ulu Camii, Süleymaniye Camii, Sultan Ahmet Camii, Şehzade Mehmet Camii ve Zeyrek Camii gibi hâlen cami olarak kullanılan çok sayıda tarihi eser de bulunmaktadır.

(ii)  Ulusal Hukuk Yönünden

Hayrat taşınmazlar; ibadethane, hastahane ve aşhane gibi doğrudan doğruya hayır hizmetlerinin ifası için kurulmuş olan vakıfların taşınmazlarıdır. Bu taşınmazlar, gerek mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gerekse hâlen yürürlükte olan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu hükümleri uyarınca “ammenin istifadesine” terk edilmiştir.

Dolayısıyla, bu taşınmazlar hakkında, esas itibarıyla özel mülkiyet hükümleri tatbik olunamaz; hayrat taşınmazlar satılamaz, rehnedilemez, haczolunamaz; bunlar için ne mülkiyete, ne de irtifak haklarına ilişkin kazandırıcı zamanaşımı hükümleri uygulanamaz.

Zira bu mallar hiçbir kişinin özel mülkiyetinde olmayıp, kamunun kullanımına ve istifadesine tahsis edilmiştir. Hayrat taşınmazlar, mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 10. maddesi ile 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 15. ve 16. maddelerinde öngörülen hükümler hariç olmak üzere, vakfın belirlediği kullanım şekli dışında bir kullanım amacına tahsis edilemez. Belirtilen istisna hükümlere göre de, hayrat taşınmazlar mümkün mertebe gayece aynı diğer hayrata tahsis edilmek zorundadır.

Vakıf hayrat taşınmazların temel özelliği bunların amaç dışı kullanımlara karşı üçüncü kişiler yanında, bizzat Devlete karşı da korunmuş olmasıdır. Bu vakıfların Devletin koruması altında olması, Devletin istediği zaman ve istediği şekilde vakıf malları üzerinde tasarrufta bulunması anlamına gelmez. Devlet, sadece amacı doğrultusunda kullanılmasını teminen, vakıf mallarının kendisine emanet edildiği varlık konumundadır.

Düzenleyici işlemlerle vakıf hayrat taşınmazların, başka bir amaca özgülenmesi mevzuata ve evrensel hukuk ilkelerine aykırı olacaktır.

Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar hakkında uygulanacak mevzuatı belirleyen, 864 sayılı Kanun’un 1. maddesinde “Kanunu medeninin meri olmağa başladığı tarihten evvelki hâdiselerin hukukî hükümleri, mezkûr hadiselerin hangi kanun meri iken vaki olmuş ise yine o kanuna tâbi kalır.” ve 8. maddesinde ise “Kanunu medeninin meriyete vazından mukaddem vücuda getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur.” şeklinde son derece sarih hükümlerle;

(i)      vakfın kurucu belgesi olan vakfiyede yer alan kayıtların, vakıf kurma işlemi tamamlandıktan sonra, vakfedeni, vakfı idare edenleri, vakıftan faydalanacakları, üçüncü kişileri ve Devleti bağladığı,

(ii)     vakfiye ile düzenlenen hususların hiçbir şekilde değiştirilemeyeceği,

(iii)    vakıf varlıklarının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasının zorunlu olduğu, şeklinde formüle edilebilecek “eski vakıf statüsü” açıkça korunmuş olmasına rağmen, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı incelendiğinde, tapu kaydına göre mazbut bir vakıf olan Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfına (günümüzde Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı) ait ve vakfiyesi gereğince cami olarak kullanılması gereken hayrat taşınmaz niteliğindeki Ayasofya Camii’nin müzeye dönüştürüldüğü görülmektedir.

Ayasofya Camii ve Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girdiği 4 Ekim 1926 tarihinden önce kurulan diğer vakıfların 864 sayılı Kanun’un 1. ve 8. maddeleri ile açıkça koruma altına alınmış olan eski vakıf statüsü, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının yürürlüğe konulduğu tarihten sonra yürürlüğe giren 05/06/1935 tarih ve 2762 sayılı (mülga) Vakıflar Kanunu, 03/12/2001 tarih ve 4722 sayılı Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun ve 20/02/2008 tarih ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nda aynı esaslar çerçevesinde korunmaya devam edilmiştir. Buna göre, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı, yukarıda alıntılanan ve vakıf senedi hangi tarihte düzenlenmişse o tarihteki mevzuatın uygulanacağını hükme bağlayan 864 sayılı Kanun’un 1. maddesine açıkça aykırıdır.

Dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı, yukarıda yer verilen mevzuat, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve AİHM kararları kapsamında değerlendirildiğinde;

Ayasofya’nın, statüsü muhafaza edilerek hukuk düzenimizle güvence altına alınan, özel hukuk tüzel kişiliğini haiz mazbut vakıf niteliğindeki Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı’nın mülkiyetinde olduğu,

Ayasofya’nın, vakfedenin iradesi gereği sürekli şekilde cami olarak kullanılması için toplumun hizmetine sunulduğu, bedelsiz olarak kamunun istifadesine terk edilmesi yönüyle hayrat taşınmaz niteliği taşıdığı, tapu belgesinde de cami vasfı ile tescilli bulunduğu,

Vakıf senedinin, hukuk kuralı etki, değer ve gücünde olduğu, vakfedilen taşınmazın vakıf senedindeki niteliğinin ve kullanım amacının değiştirilemeyeceği, bu hususun tüm gerçek ve tüzel kişilerle birlikte davalı idare için de bağlayıcı olduğu,

Devletin, vakıf varlığının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasını sağlama yönünde pozitif yükümlülüğü, vakıf mal ve hakları ile ilgili olarak vakfedenin iradesini ortadan kaldıracak şekilde müdahalede bulunmama yönünde de negatif yükümlülüğünün bulunduğu, kuşkusuzdur.

Bu durumda, Türk hukuk sisteminde kadimden beri korunarak yaşatılan Vakfa ait taşınmaz ve hakların vakfiyesi doğrultusunda istifadesine bırakıldığı toplum tarafından kullanılmasına engel olunamayacağı, vakıf senedinde sürekli olarak tahsis edildiği cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığı sonucuna varıldığından, bu hususlar dikkate alınmaksızın Ayasofya’nın cami olarak kullanımının sonlandırılarak müzeye çevrilmesi yönünde tesis edilen dava konusu Bakanlar Kurulu Kararında hukuka uygunluk görülmemiştir.

KARAR SONUCU              :

Açıklanan nedenlerle;

  1. Dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının İPTALİNE,
  2. Ayrıntısı aşağıda gösterilen toplam 788,00 TL yargılama giderinin davalı idareden alınarak davacıya verilmesine,
  3. Karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca 4.950,00 TL vekâlet ücretinin davalı idareden alınarak davacıya verilmesine,
  4. Posta giderleri avansından artan tutarın kararın kesinleşmesinden sonra davacıya iadesine,

Bu kararın tebliğ tarihini izleyen otuz gün içerisinde Danıştay İdari Dava Daireleri Kuruluna temyiz yolu açık olmak üzere, 02/07/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Başkan : Yılmaz AKÇİL, Üye : Ali ÜRKER, Üye : Ömer CİVRİ, Üye : Abdullah AYGÜN, Üye: Lütfiye AKBULUT

Ali Ulvi Kurucu, Ayasofya

Ürperdi hayâlim, bu nasıl korkulu rüya?
Şaştım, neyi temsil ediyorsun Ayasofya?
Çöller gibi ıssız, ne hazin ülke muhitin,
Yâd el gibi, yurdunda garib olmalı mıydın?
Beş yüz senelik bezmine ermekti ümidim,
Çöller gibi ıssız, seni ben görmeli miydim?
Bayram, Ramazan, Cum’a, mübârek gecelerde,
Avize değil, mum bile yanmaz mı içerde?
Gâşyolmuş ibâdetlere hayrandı felekler..
Tekbirine ses verdi, asırlarca melekler..
Coşmaz mı denizler gibi, yâdındaki âlem?
Göklerde melekler, tutuyor hep sana mâtem
Yâdında bin üç yüz senelik menkıbeler var.
Her menkıbe, hicrânına mâtem ftutar, ağlar!
Beş yüz sene âlem, seni tehdid ediyorken,
Devler gibi düşmanlara, meydan okudun sen!
Târihimin ömründe, gönüller dolu güldün,
Çılgınca esen, bir acı rüzgârla döküldün!
Paslanmada! Altın yazılar, âh! O eserler.
Kabrinde kan ağlar, bunu gördükçe (Kazasker)..
Fâtihleri ağlatmada, hâlin, Ulu Mâbed.
Yâdın, kanar imânlı gönüllerde müebbed!
Gamlı renklerle örülmüş, ne hâzin çerçevesin,
Bir yıkık türbe mi, virâne misin, yoksa nesin?
Bak, hayâlimdeki âlem, geliyor vecde yine,
Gözlerim daldı; sütunlarla ‘Fetih Âyeti’ne!..
Muhteşem âbidesin: Dinimin ulviyetine,
Remz idin, beş asır ecdâdımızın şevketine!…
Aldı senden beş asır, azmine kuvvet kaleler..
Yine hep, aynı tehassüsle yücelmiş kuleler..
Nerde: Yandıkça, Süreyyâlara dehşet vererek,
Coşan âvizelerinden yayılan: Binbir renk!..
Çan sesinden, seni kurtarmış ezanlar nerde?
Hani bülbül gibi Kur’ân okuyanlar nerde?
0 ezanlar, bütün İslâm’a şerefler verdi,
Sanki her pencere, lâhuta bakan gözlerdi!
O İlâhî yüce sesler, yine gelmez mi dile?
Şimdi artık, işitilmez mi, sönük nağme bile?
Şimdi Cennet, sana sermez mi yeşil gölgesini?
Şimdi hûriler, işitmez mi İlâhî sesini?
Nice bin hâtıra, gönlümde coşup canlanıyor..
O ne parlak görünüş! Sanki hayâlim yanıyor!
Hutbeler çağlamaz olmuş, şu yeşil minberden,
Gamlı bir gölge yayılmakta bugün, her yerden!
Gizli bir âh ile artık yanar ağlar mı için?
Nice bin derdile kalbin doludur çünki senin!
Hangi eller, sana akşamları, zincir vuruyor?
Yüce feryâdını, kimler boğuyor, susturuyor?
Sen, ne âlemleri gördün, ne ömürler sürdün..
Batı dünyasına dehşet saçıyorken daha dün.
Gizli kurşunla, habersizce vuruldun mu bugün?
Dönmeler, dans ederek yapmada karşında düğün’…
Dehre meydan okuyan, koskoca tarih, nerde?’..
Ülkeler fetheden erler, yüce Fâtih nerde?..
Seni Tevhide kavuşturmanın aşkıyla yanan,
O şehir orduların, döktüğü seller gibi kan,
Heder olmuş mu desem? Ah! Dilim varmaz ki,
Bugün onlar bile, mâtem tutuyorlar. Belki!
Bugün ağlattın eminim, ölüler âlemini,
Kerbelâ tutsa gerektir yeniden mâtemini!
Tek ziyâretçin olan gün de yol almış gidiyor,
Muhteşem kubbeni, zulmette nasıl terk ediyor?’
Cemiyetlerden uzak; çölde mezâr olsaydın,
Orda billâhi, mezarlar bile senden aydın!
Çöllerin, Ay-Güneş, en hisli ziyâretçisidir,
Hilkâtin Arşa çıkan zikrini her an işitir!
Şu perişan denizin inlemesinden duyulan!
Hıçkırıklarla boğulmuş, tutuşan bir hicran!
Çağıdır ağlamanın, ey Ulu Mâbed, ağla!..
İntikam aldı firenkler, seni ağlatmakla!
Dostun ağlarken, o bir yanda da düşman gülsün,
Kanamıştır yeniden kalbi, hazin Endülüs’ün!
Bu elim fâcia, billâhi, yürekler acısı,
Müslüman Türkün evet şimdi bu en kanlı yası!
Ey derin fâcia, manzumeye sen sığmazsın,
Tutuşup yanmada kalbim, seni târih yazsın!

(Merhum) Ali Ulvi Kurucu

Necip Fazıl’ın Ayasofya Hitabesi

AYASOFYA HİTABESİ 

Bana öyle geliyor ki; yalnız manayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofyanın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra her şey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır.

Biz, kimden, neyi istiyoruz ?

Yemenden Viyanaya, Fastan Kafkasyaya kadar en aşağı 10 milyon kilometre karelik bir zemin üzerinde Evet, böyle bir zemin üzerinde Atalarımızın Ata derken halimize bakıp başımızı dövdüğümüz nur insanların Tohum atarcasına her tarafa serptiği kubbelerden birini 700 bin kilometre kareye indikten ve bu hâlin ismine millî kurtuluş dedikten sonra Evet, bütün bunlardan sonra Toprağı kaybedilmiş kubbelerden birini mi istiyoruz?

İnsana gülerler!.. Herhangi bir yıldızda bu türlü iddialara girişen milletleri sürecek bir tımarhane olsa, bizi oraya sürerler.

Âlemde, cüceleşmiş devlerin, eski rollerini takınmasından daha çirkin bir tablo yoktur.

– Cüceleşmeyeydin! Şimdi devin hakkından nasıl bahsediyorsun?

Derler böyle insanlara ve milletlere!..

Evet, sevgili gençler; bir manzumemde söylediğim gibi, kellelerimizi tırnaklarımızla yerinden söküp iki dizkapağımıza yerleştirmenin, sonra ikinci bir başla onu seyretmenin artık günü geldiğini kabul edelim ve avaz avaz haykıralım ki; bizi, şiltesi üç kıtayı kaplayan devi cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilâve edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden İşte sana lâyık özgürlük ve uygarlık budur! dediler.

Bu bakımdan Ayasofya Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya? 

Bizi bu hâle getiren, annelerimizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Parisin dünya çapındaki Şabane kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 126 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, ruh ve mukaddesat odamız

Ayasofya budur! 

126 yıl boyunca, dışardan Batı emperyalizmasının, içerden de onların sâdık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, Yahudilerin, dönmelerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde; adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofyayı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu. 

Frenk kelimesinden gelen frengi veya frengi ismine dikkat ediniz. Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, frengînin ta kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler! 

Şairin;

“Şâyestedir denilse,
Alem senin mezarın”

dedikten sonra -Abdülhamk Hamid söylüyor-

“Hâlâ gelir zeminden
Tekbir-i zâr-u-zârın…”

diye belirtmeye çalıştığı; dâva ve gayesi bakımından Büyük İskender ve Sezarı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve aksiyon adamı Fatih, İstanbulu fethedip onun kalbi Ayasofyada namazını edâ ettiği zaman, Cenubî Fransada kırılmış, Viyanada Batıyı tekrar dişleyecek olan İslâm taarruz kıskacının mihver çivisini eline geçirmişti.

Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir. Onu İslâm kıskacına yerleştiren Fatih Sultan Mehmeddir; ve eğer ondan sonra kıskaç kapatılamadıysa suç kapatamayanlardadır. Fatihe düşen şerefse, erişilir soydan değildir. Kendisinden sonra, Kanunî Sultan Süleyman gibi, iyi ve kötü arasındaki ayırıcı çizgiden başka bir şey olmayan meccanî, bedava ihtişam kahramanı, karaların ve denizlerin yüce hakanına kadar süren muazzam aksiyonda en büyük hız payı, yine Fatihindir. Kanunî devrinde teşekkül eden büyük ahenk tablosunun unsurları, Ebussuud Efendi gibi şeyhülislâm, Sokollu gibi sadrazam, Baki gibi şair, Sinan gibi mimar ve Barbaros gibi amiral, sadece ve sadece Fatihin hareket noktasına bu mili yerleştirdiği kıskaç yüzü suyu hürmetine yetişmiş büyüklerdir.

Tarihimizde, Fatihten başka her hükümdarın aksiyonu -isterse vatana eklediği toprak Fatihinkinden bin misli fazla olsun- ulvî kemâl ve noksansızlık bakımından tamam olmaktan uzaktır. Yalnız Fatihtedir ki, kendi zaman ve mekânına göre, dâva hedefi, muhteşem ve muazzam bir tamamlık içinde göze çarpıyor.

İşte bütün bunları sembolize eden, remzlendiren de doğu ve batı dünyalarının kavşak noktası, cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya

Salîbin ağırlığından kurtarılıp, hilâlin kanatlarıyla kendisine gök kubbe yolu açılan, böylece 20. asır dünyasına gerçek medeniyet ve ebediyet mimarisinin ne olduğu kendisiyle gösterilen, Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştirici, eski Bizans eseri ve yeni tekbir yuvası tarihi kubbedir

Demek ki Ayasofya; ne taş ne çizgi, ne renk ne hacim, ne de bütün bunların madde senfonisi; sadece mana, yalnız mana

İstanbuldaki Süleymaniye, Edirnedeki Selimiye, bunlara karşılık da Romadaki Sen Piyer, Paristeki Notrdam, bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hattâ gayelerine bağlı mana kıymeti olarak, Ayasofyanın eşik taşına bile denk değildir. Zira bütün bunlardan her biri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş eserler Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki; ne madde, ne de tek taraflı mana ölçüsüyle ona varmak kabil değildir

Ayasofya, (yavaş yavaş okuyacağım bu cümleyi, hece hece) Ayasofya, bir mananın zıt manaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan âbidesidir Öbürleri belli başlı ruh içinde birer mekân da, Ayasofya mekân içinde ruh; zıt mekânda galip ruh Yeryüzünde çok kilise camiye ve nice cami kiliseye çevrilmiştir ama böylesi, tarihi şartları bakımından tektir.

Fatih Sultan Mehmed, bu hikmeti sezdi ve Ayasofyayı, İstanbul gibi misilsiz bir mahfazanın içinde, güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti.

Tarihimizde daha nice zapt ve feth hareketinin kahramanı var; niçin hiçbirinin adı, has isim olarak Fatih değil?.. Zira Fatih, bu davanın hakikisidir, öbürleri de taklididir.

İmdi Biraz evvel işaret ettiğimiz gibi, İmperium Romanum, eski Roma İmparatorluğundan üstün bir imparatorluğun dev adamı olan Türkü, binbir tarihî saik yüzünden cüceleştiriyorlar. 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini, 700 bin kilometre kare murabba ve fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar. Fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatihin o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik, kaynaşmış ve onun içinde kalıyor. Hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felâkete yol açılıyor. Ayasofya Türkün öz evi ve anayurdu içinde güya Türklerin eliyle manasından koparılıyor. Duvarlarından Allah ve Resulünün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilâlden ziyade salibin faziletlerini ilâna memur müze, yani içinde İslâmiyetin gömülü olduğu bir lâhid haline getiriliyor.

Artık o, basit bir taş yığınıdır bu şekilde. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mananın katillerini ilân ve ihtarla kalmıyor. Üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türkün, ruhuyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu Hıristiyanlık âlemine peşkeş çeken, Buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin! diyen bir hava yaşatıyor. Ayasofyanın hilâl hâkimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana tarafımızdan aşılanan gayret, bir ordunun harp plânlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir. Eğer o kökünden tıraş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldüren, yine dirilten ve tekrar öldüren bir felâketten başka bir şey değildir. Böylece, Batı dünyasının bize içimizde, içimizdeki ajanları vasıtasıyla bize yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofyanın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar İçimizden yapanlara nispetle Milyonluk bir orduda, bir emirle, silahını herkes kalbine dayayıp tetiği çekse ve intihar etse, bu emrin o orduya vereceği zararı hangi düşman sağlayabilir?..

Ayasofyanın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türke İstiklal Savaşında, Türkü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve klik zihniyeti, Ayasofya ve Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır. Manada bu böyle

Allah diyen bu millet, mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır.

Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlâkî, içtimaî, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına hediye edilen milli kıymetler kutusu üzerindeki fiyongolu kurdeladır. Topyekûn, şahsiyetlerini düşmana teslim edici böyle hediyeleri veren milletler ise, hediyeyi alanlar nazarında hakir ve zelildir. İşte Kıbrıs davası!.. O kadar Batılılaştığımızı, (mahut tabirlerle) uygarlaştığımızı, özgürleştiğimizi, kendisinden olduğumuzu iddia ettiğimiz Batının bize muamelesine dikkat etmiyor musun? Bizim, kendimizi, kendimizden saymamız pahasına, Batılı bizi asla kendisinden saymıyor.

O, ne Doğulu, ne de Batılı, bu mukallit ve bulamaç insanı benimsemiyor; ismini taşıdığı Greko-Lâtin medeniyetinin piçleşmiş unsurunu, sefil Yunanlıyı, şımarık çocuğu halinde her ân tatmin ve bize tercih etmekten başka bir şey düşünmüyor. Büyük İngiliz şairi Lord Byronın Türklere karşı Yunan istiklâl çarpışmalarında öldüğünü ve Yunan topraklarında yattığını bilmeyen diplomatlarımız, hâlâ selâmeti Türkün öz şahsiyetinde değil, Batılıya Batılı görünmek özentisinde arıyor.

Hayır! Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye ve sahabet mevcut değildir. Biz bu kafayla gittikçe de başımıza daha neler geleceği görülecektir.

Bütün bu manalar Ayasofyaya bağlı Daha neler ve neler
Türk İstiklâl Savaşının temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir. 

Belirttik ki, kendi öz mukaddesat ve tarihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar. İşte, dünyada ve dış politikada yüzümüze kapanan kapılar bunun için örtülüyor. Doğrudan doğruya bunun için olmasa da dolayısıyla bunun için Şahsiyetsizliğin ceremesi Bunun içindir ki, Avrupa, köküne kadar şahsiyet heykeli İkinci Abdülhamid Hana, onu baş düşmanı bildiği halde, hürmet ediyordu. Almanya imparatoru Wilhelm siyaseti ondan öğrendiğini söylüyor ve Prens Bismark, Abdülhamid nefretiyle doluyken, onu asrın en büyük siyaset dehası gösteriyordu.

Eğer Abdülhamid, Ayasofyayı müze yapmak karşılığında bütün dünya hazinelerini kendisine vereceklerini söyleselerdi; nefretle reddeder, devleti değil hayatını almakla tehdit etselerdi son damla kanına kadar akıtmakta çekinmezdi. Dinsiz Volterin Allah Rasulüne ait, onun mukaddes has ismini taşıyan piyesini, Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bu işin harp sebebi olacağını Fransa hükümetinin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Handan başka kim olabilmiştir?

O Abdülhamid Han ki; bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara İstanbuldan bahsettirmek yerine Akropol önlerinde ordugâh kurmakla cezalandırmıştır. Şimdi o Yunanlı, baykuş gözlerini üzerimize dikmiş, birinde Ayasofya, öbüründe Rumelihisarının hayali, İstiklâl Savaşındaki küstahlığından beter bir nefs emniyeti içinde şahlanıp duruyor da; bizde onun iki gözünü birden çıkaracak enerjiden eser görünmüyor (Geliyor, geliyor diye bir dinleyici seslenince: Yok, yok Bekle burada da gelecek)

Sebep? Sebep açık Dedik ki bütün manalar Ayasofyaya bağlı Ayasofyanın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler; ruhumuzu kilitlemek için Ayasofyayı kilitledirler 

Nasıl bütün yollar Romaya çıkarsa, Türk manevi kurtuluş davasının bütün meseleleri de Ayasofyaya ve onu müzeleştiren ellere çıkar.

Ayasofya açılmalıdır. Türkün kapanık bahtıyla beraber açılmalıdır 

Ayasofyayı kapalı tutmak, manada bütün camileri ve cami mefhumunu kapalı tutmaktır. Çünkü onların hepsi birer mekân, Ayasofya ise ruh. Anlattık Ayasofyayı kapalı tutmak, Yunanlıya Ben yapamıyorum, sen gel de kendi hesabına aç! demekten farksızdır. Aman ya Rabbi, bizim camiden müzeye döndürdüğümüzü, onun müzeden kiliseye çevirmek istediğini açıkça görüyoruz da, ana yurt içindeki mukaddesat sembolünü nasıl asli heyetine getiremiyoruz! Ayasofyanın manasını, Yunanlı kadar olsun idrak edemiyoruz. O bizim müze yaptığımızı müze halinde istemiyor. Biz de ona ters cami yapalım demiyoruz, elimizde camiyken Dünyanın en korkunç hikmet noktası burası Bu meselede Yunanlıya olsun uymayı, Yunanlıdan ders alarak ona karşı durmayı anlayamıyoruz.

Ayasofyayı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletlerde Afrikanın yamyam ülkelerine kadar aleyhimizde rey verdirip, kendileri güya müstenkif görünen Batılılara Artık benim hayat hakkım kalmadı! demektir. Zaten tasdik ediyorlar kalmadığını hayat hakkının Bu kadarını olsun kestiremiyoruz.

Ayasofyayı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türkün semaları tutan lanetine hedef olmaktır. Hissedemiyorlar

Ayasofyayı kapalı tutmak, Allaha sövmeye, Kurana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını esir etmeye denk bir suçtur. Niçin bu yakıcı, kavurucu, kül edici gerçeği ortaya dökemiyoruz.

Buyrun döküyoruz!

Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem; fakat Ayasofya açılacak!.. Türkün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofyanın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler. 

Ayasofya açılacak Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün manalar, zincire vurulmuş kan revan içinde masumlar gibi, ağlaya ağlaya, üstünü başını yırta yırta onun açılan kapılarından dışarıya vuracak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik etmiş sanılan kötülerle, kötülük etmiş sanılan iyilerin gizli dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek 

Ayasofya açılacak!.. Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve her şey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici aziz bir kitap gibi açılacak

Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin kapısını mühürlediği Ayasofya, yine onların aynı şekilde mühürlemeye yeltenip hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaşacağı günü dehşetle beklediği mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbine eş, açılacak!..

Ayasofyayı, artık önüne geçilmez bu sel açacak

Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın Her yağmurun arkasında bir sel vardır 

Hepimiz şöyle diyelim, O selin üstünde bir saman çöpü olsam daha ne isGençler, kayaları biçecek, ormanları tıraş edecek ve betonarmeleri söküp götürecek olan bu sel yakındır. Allah, mukaddes zatının ve resulünün dostlarıyla beraberdir…

Serdengeçti’nin Ayasofya yazısı..

Ey İslâm’ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya. Şerefelerinde fethin, Fâtihi’n şerefi ışıl ışıl yanan muhteşem mabet…
Neden böyle bir hoşsun? Hani minarelerinden göklere yükselen, ta… maveradan gelen ezanlar?..
Ayasofya ses vermiyor. Ayasofya bir hoş, Ayasofya bomboş…
Şu muhteşem minberde binlerce erin, binlerce gazinin baş koyduğu o temiz yerde, şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor?
Ayasofya, Ayasofya seni bu hâle koyan kim?..
Seni çırılçıplak soyan kim?
Hani gönüllerden kubbelere, kubbelerden gönüllere, gürül gürül akan, sineler yakan Kur’ân sesleri?..
Kur’ân sesleri dindirilmiş, Müslümanlar sindirilmiş…
Allah, Muhammed, Hülafaî Raşidinin isimleri, kubbelerden yerlere indirilmiş.
Fethin, Fâtih’in mabedinden kitabı mübîni, bu ulu dini kaldıran kim?..
Asırlık surların arkasından, köhne Bizans’ı hortlatmak isteyen el kimin eli.
Bunu söyleyen kimin dili?
Ayasofya’yı puthane yapan hangi deli?
Elleri kurusun dilleri kurusun!
Ayasofya Ayasofya seni bu hale koyan kim? Seni çırılçıplak soyan kim?..
Ayasofya ey muhteşem mabet, merak etme! Fâtih’in torunları bütün putları devirip seni camiye çevirecekler.
Gözyaşlarıyla abdest alarak secdelere kapanacaklar…
Tehlil, tekbir sâdâları yeniden kubbeleri dolduracak…
İkinci bir fetih olacak.
Ozanlar bunun destanını yazacaklar, ezanlar bunun ilanını yapacaklar.
Sessiz ve öksüz minarelerden yükselen tekbir sesleri fezaları yeniden inletecek…
Şerefelerin yine Allah’ın ve onun sevgili Peygamberi Hz. Muhammed’in şerefine ışıl ışıl yanacak… Bütün dünya Fâtih dirildi sanacak…
Bu olacak Ayasofya bu olacak…
İkinci bir fetih, yeni bir basübadel mevt…
Bu muhakkak olacak…
Bu günler yakın, belki yarın belki yarından da yakın…

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın